To see the other types of publications on this topic, follow the link: Hadis Hanefî Hz.

Journal articles on the topic 'Hadis Hanefî Hz'

Create a spot-on reference in APA, MLA, Chicago, Harvard, and other styles

Select a source type:

Consult the top 21 journal articles for your research on the topic 'Hadis Hanefî Hz.'

Next to every source in the list of references, there is an 'Add to bibliography' button. Press on it, and we will generate automatically the bibliographic reference to the chosen work in the citation style you need: APA, MLA, Harvard, Chicago, Vancouver, etc.

You can also download the full text of the academic publication as pdf and read online its abstract whenever available in the metadata.

Browse journal articles on a wide variety of disciplines and organise your bibliography correctly.

1

Dayhan, Ahmet Tahir. "Serahsî’nin Usûlü’nde Hz. Peygamber’in Fiilleri." International Journal of Social, Political and Economic Research 9, no. 02 (2022): 39–62. http://dx.doi.org/10.46291/ijospervol9iss02pp39-62.

Full text
Abstract:
“Mekâsıdü’ş-şerîa” üzerinde yapılacak çalışmaların en önemli adımlarından biri; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve fiillerini taksîme, tasarruflarını tasnîfe tabi tutmak olmalıdır. Hz. Peygamber’in vasfı belli olan ve olmayan (mutlak) fiillerinin, onlara tâbî olma bakımından ümmetine neyi zorunlu kıldığı/kılmadığı; re’y ve ictihâdının vahyin hangi kısmında ele alınması gerektiği; şahsına mahsus fiiller ile “zelle” ve “sehiv” sayılan tasarruflarının da “ittibâ” alanına girip girmediği gibi temel bazı soru(n)lar karşısında, klasik kaynakların konuya hangi bakış açısıyla yaklaştıklarını tespit etmek önem arz etmektedir. Fıkıh metodolojisinin kurucu şahsiyetlerinden ve Hanefî mezhebinin önde gelen usulcülerinden Şemsü’l-Eimme es-Serahsî (400/1010-483/1090), Usûl-i Fıkh’a dair kaleme aldığı eserinde, Hz. Peygamber’in Fiilleri’ne tahsis ettiği müstakil bir babda, konuyu muhaliflerinin delillerini de tartışarak incelemektedir. Kendisinden önceki Hanefî usulcülerden Kerhî (ö. 340/951) ve Cessâs (ö. 370/980)’ın görüşlerini tahlil eden Serahsî; Hz. Peygamber’in fiil ve tasarruflarını “ittibâ”, “iktidâ”, “teessî” gibi kavramlar çerçevesinde incelemektedir. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün re’y ve ictihâdına da geniş şekilde temas eden Serahsî, O’nun hüküm koymadaki “metodu” üzerine görüşlerini delillendirmekte; Hz. Peygamber’in hatâ edip edemeyeceği veya ona muhâlefetin mümkün olup olamayacağı gibi hassas konuları âyet ve hadislerden örnekler getirerek irdelemektedir. Araştırmamız, Fıkıh Usûlü ile Hadis Usûlü’nün kesişim noktalarından biri olan “nebevî fiiller” konusunu, İslâm “usûl” geleneğinin kadîm bir temsilcisinin bakışıyla takdim etmeyi hedeflemektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
2

Avcı, Metin. "el-Âlim ve’l-Müte‘allim’in Kaynak Kritiği, Semerkant’ta Yayılışı ve Mâtürîdî’deki İzleri." Kader 22, no. 1 (2024): 30–59. http://dx.doi.org/10.18317/kaderdergi.1420895.

Full text
Abstract:
Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte, hilâfet tartışması başta olmak üzere ashap birçok problemle karşı karşıya kalmış, sorunlar çözülmüş gibi görünse de bu dönem, sonradan ortaya çıkacak olan mezhep ve fırkaların oluşum sürecini tetiklemiştir. Hilâfetin ilk otuz yılında yaşanan olumsuz hadiselere, Emevî devletinin kurucusu Muâviye (ö. 60/680)’nin izlediği siyaset anlayışından kaynaklanan bazı olumsuzluklar da eklenince ümmet arasında fırkalaşma dönemi başlamıştır. Önce bazı Emevî sonra da bazı Abbasî halifelerinin yanlış uygulamalarına şahit olan Ebû Hanîfe (ö. 150/767), çözüm odaklı görüşleriyle ümmetin bu ihtilaf dönemine damga vurmuştur. O, aklî bilgiyi önceleyen ve nassların açıklanmasında kullanan düşünürlerin başında gelmektedir. Onun itikadî eserleriyle İslâm düşüncesine kazandırdığı yenilikçi yaklaşım özellikle de akaide dair ilk metin kabul edilen el-Âlim ve’l-müte‘allim’deki görüşleri, eleştiri oklarının kendisine yönelmesine sebep olmuş, onu hadis taraftarlarının galiz ithamlarının hedefi yapmıştır. Ehl-i Rey’in lideri ve Mürcie’nin iman akîdesinin destekçisi olmasının da bu eleştirilerde payı büyük olmuştur. Ayrıca onu kendilerinden sayan Mu‘tezile’ye eleştiriler yöneltmesi; Mu‘tezile mensuplarınca onun herhangi bir itikadî eseri olmadığı iddialarını dillendirmesine sebep olmuştur. Diğer taraftan Zehebî, el-Âlim ve’l-müte‘allim’in Ebû Hanîfe’ye değil, Ebû Mukātil es-Semerkāndî’ye nispet edildiğini söylemiştir. Bu görüş F. Kern, J. Schacht, W. Madelung ve U. Rudolph gibi bazı müsteşrikler tarafından kabul görmüş ve Ebû Hanîfe’ye nispet edilen itikad eserlerinin otantik olup olmadığı tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Özellikle Schacht tarafından bazı varsayımlar yapılarak, el-Âlim ve’l-müte‘allim’in Ebû Hanîfe’ye aidiyeti reddedilmiştir. Hatta Schacht bu eseri ilk dönemin Mürcie kaynaklarından biri kabul ederek, Ebû Hanîfe’ye ait olmayışının en büyük delili saymıştır. Ancak Âlimlerin çoğunluğuna göre el-Âlim ve’l-müte‘allim ve kendisine nispet edilen diğer eserlerindeki itikadî görüşler Ebû Hanîfe’ye aittir. Bu kanaatin oluşmasında etkili olan en büyük faktör, Hanefî-Mâtürîdî ekolünün mimarlarından olan Mâtürîdî (ö. 333/944) olmuştur. O, el-Âlim ve’l-müte‘allim’in râvilerinden birisi olduğu gibi, Te’vîlât’ında bu eseri Ebû Hanîfe’ye nispet etmiş ve eserden nakillerde bulunmuştur. Onun Kitâbü’t-Tevhîd’deki büyük günahlara dair görüşleri de el-Âlim ve’l-müte‘allim’de bu konuda yer verilen görüşlere benzemektedir. Bu araştırmada; el-Âlim ve’l-müte‘allim’in rivayet zincirinde bulunan ve eserin Semerkant’ta yayılışına katkı sunan âlimler hakkında kısaca bilgiler verilmiştir. Eserin içeriğini oluşturan itikadî münakaşalardan; imanın mahiyeti, iman-amel ayrılığı, imanda eşitlik, din-şeriat ayrımı, büyük günah ve ircâ meseleleri o günün güncel konularıdır. Bu başlıklar üzerinden, eserin Mâtürîdî üzerindeki önemli izleri de tespit edilmeye çalışılmıştır. Hanefî-Mâtürîdî düşüncenin itikadî nüvesini teşkil eden bu eserin, günümüze kadar geçirdiği sürecin değerlendirilerek kaynak kritiğinin yapılmış olması, araştırmayı benzerlerinden ayırmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
3

TATAR, Veli, and Nurullah AGİTOĞLU. "Nesâî’nin Mezheplere Bağlı Kaldığı İddiaları Üzerine Bazı Değerlendirmeler." Harran Theology Journal, no. 50 (December 15, 2023): 141–60. http://dx.doi.org/10.30623/hij.1288857.

Full text
Abstract:
İnsan, içinde yaşadığı toplumun siyasi, sosyal ve kültürel yapısından etkilendiği gibi fikrî ve mezhebi yapısından da etkilenir ve bunu hayatına ya tamamen ya da kısmen yansıtır. Bu etkilenme siyasiler için ideolojik görüşlerinde, halk için davranışlarında kitap müellifleri için de eserlerinde kendini gösterir. Herhangi bir alanda kitap telif eden müelliflerin eserlerinde, içinde yaşadığı toplumun veya kendisinin mensubu olduğu mezhebin doktrinlerinin izlerine rastlamak mümkündür. İslam âlimlerinin bir kısmının da mensubu olduğu mehzep ve ideolojik fikirlerin doktrinlerini telif ettikleri eserlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak yansıttıkları anlaşılmaktadır.
 İslam tarihinde bazı âlimlerin birtakım meseleler hakkındaki görüşleri doğrultusunda hem siyasî/itikadî hem de fıkhi gruplaşmalar oluşmuştur. İlk dönemde Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen bölünme sonrası itikadî olarak Sünnilik, Şiîlik ve Haricîlik şeklinde ilk mezhepsel ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu mezhepleri Mürcie, Cebriye, Kaderiye ve Mutezile gibi mezhepler takip etmiş ve zamanla her biri belli bir kitleye ulaşmıştır. Aynı şekilde Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey olarak teşekkül eden ekoller Hicrî III. asrın başlarından itibaren sistematik hale gelmiş ve bu mezheplerin müntesipleri giderek çoğalmıştır. Hemen ardından bu ekoller yerini Şâfiîlik ve Hanefîliğe bırakmıştır. Rey ağırlıklı bölgelerde Hanefî mezhebi, nassa ağırlık veren bölgelerde de Şafii mezhebi yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla Hanefi mezhebinin ağırlıkta olduğu bir toplum içerisinde doğan ve büyüyen bir birey ailesinin ve toplumunun Hanefi olması sebebiyle kendisini bu mezhebe bağlı hissetmiştir. Aynı husus Şafii ve diğer mezhepler için de geçerli olmaktadır. İnsanın içinde yaşadığı toplumun benimsemiş olduğu ekol veya mezhebe olan aidiyet duygusu, kişinin hayatında yer verdiği her olguya ister istemez sirayet etmiştir. 
 itikadî ve fıkhî mezheplere mensup olduğu iddia edilen alimler arasında muhaddisler de yer almaktadır. Bu muhaddislerden birisi de Sünen’i ile beraber ilim dünyasına birçok değerli eser kazandıran İmam Nesâî’dir. Nesâî de her birey gibi içinde yaşadığı toplumun fikrî ve sosyo-kültürel yapısından etkilenmiştir. Dolayısıyla telif ettiği eserlerine yaşadığı çevrenin ilmî, fikrî ve sosyo-kültürel yapısını kısmen yansıtmıştır. Gerek Nesâî’nin siyasî ve ideolojik olarak yoğun ve çalkantılı bir dönemde yaşamış olması gerekse de telif etmiş oldukları eserlerin muhtevaları itikadî ve fıkhî olarak bazı mezheplere mensup olmakla itham edilmesine sebep olmuştur. Kaynaklarda Nesâî’nin siyasî/itikadî olarak Şiîliğe fıkhî olarak da Şâfiî mezhebine mensup olduğu iddia edilmişse de bunlar sağlam delillere dayanmamaktadır. Özellikle telif ettiği Sünen’i bu ithamların doğru olmadığını gösterir mahiyettedir. Bu çalışmada amaç, Nesâî’nin itîkadî olarak Şîa’ya fıkhî olarak da Şafiî mezhebine bağlı olduğu yönünde kaynaklarda geçen iddiaların geçerlilik durumunu incelemektir. Yöntem olarak da söz konusu iddiaların dayandırıldığı bilgiler Nesâî’nin Sünen’indeki hadisler ile mukayese edilecektir. Böylece Sünen’indeki hadisler bağlamında Nesâî’nin bu mezheplere mensup olduğu hususunun doğruluk derecesi ortaya konmaya çalışılacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
4

ASLAN, Nasi, and Mustafa Şeref AYDIN. "One of the Hanafi Jurists (Faqihs) of First Period, Ebû Zeyd ed-Debûsî, and His Book on Sufism "al-Emedü'l-Aqsa"." Turkish Academic Research Review - Türk Akademik Araştırmalar Dergisi [TARR] 7, no. 3 (2022): 801–26. http://dx.doi.org/10.30622/tarr.1135193.

Full text
Abstract:
Asr-ı saadet ve onu takip eden birkaç asırda İslami ilimlerin net bir şekilde taksim edildiği ve birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldığı söylenemez. Bundan dolayı ilk dönem Müslüman âlimlerin genelde bu ilimlerin tamamını tahsil ettikleri ve farklı alanlarda eserler telif ettikleri görülür. Daha sonra İslam dininin temel hükümleri genel olarak itikad/akaid, amel ve ahlak şeklinde üç grupta değerlendirilmiştir. Bunlardan itikadî konular İslami ilimler içerisinde Akaid ve Kelam ilminin, amelî konular Fıkıh ilminin ve ahlak alanı da Tasavvuf ilminin uğraş alanı olmuştur. İlimlerin tasnif edilmesi ile her bir ilim dalında temayüz etmiş ilim adamları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bununla beraber ilimlerin farklı kategorilerde ele alınmaya başlandığı dönemlerde de bazı âlimlerin yine İslami ilimlerin farklı dallarında eserler yazdıkları, bazı âlimlerin ise daha çok derinleştiği alanda eser telif ettikleri görülmektedir. Hanefî fakihi olan Debûsî’nin (ö. 430/1039) de fıkhın fürû ve usul alanında öne çıkmış olmakla birlikte tasavvuf/ahlak konusunda da derin bilgiye sahip olduğu bu alanda kaleme aldığı “el-Emedü’l-Aksâ” adlı eserinden anlaşılmaktadır. O, bu eserinde ele aldığı tasavvufî konuları sûfî müelliflerden hiç de geri kalmayacak şekilde ortaya koymakta, kişiyi felaha veya azaba götürecek amelleri ayrıntılı olarak açıklamaktadır. Debûsî, ele aldığı konularla ilgili açıklamalarında konuya dair birçok ayet ve hadise de eserinde yer vermektedir. Bu konuda dikkat çeken bir husus ise Debûsî’nin bu eserinde, Hz. Peygambere aidiyeti konusunda şüpheler barındıran, muhaddislerce zayıf, hatta uydurma sayılan bir kısım rivayetleri doğrudan Hz. Peygambere nispet ederek aktarmasıdır ki, bu husus bir kısım tasavvuf kaynaklarında da sık rastlanan bir durumdur. Bu şekilde eleştiri konusu olabilecek bazı hususlara rağmen Debûsî’nin kaleme aldığı ve genel olarak tasavvufa dair konuları işlediği el-Emedü’l-aksâ isimli eseri, birçok yönüyle ele alınmaya ve kendisinden istifade edilmeye değer önemli bir kaynak konumundadır. Aynı şekilde bu eser, genel olarak fakihliği ile tanınmış olan Debûsî’nin tasavvufî yönünü de ortaya koyması yönüyle dikkat çekicidir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
5

ESER, Kadir. "Legitimacy of Sufism and The Possibility of Esoterical Knowledge in The Perspective of Ashāb al-hadīth and Salafis." Eskiyeni, no. 47 (September 20, 2022): 573–603. http://dx.doi.org/10.37697/eskiyeni.1126497.

Full text
Abstract:
Modern araştırmalarda Selefîlerin karakteristik özellikleri arasında tasavvuf karşıtlığı sıklıkla vurgulanmaktadır. Fakat çoğu araştırmada bu karşıtlığın sınırlarına işaret edilmemiştir. Kur’ân’ın anlaşılması noktasında tasavvuf karşıtlığı zâhir-bâtın konusunda somutlaşmakta, zâhir-bâtın tartışmaları ise çoğunlukla Hızır-Hz. Mûsâ kıssası etrafında sürdürülmektedir. Bu çalışmada öncelikle Selefîlerin tasavvuf analizleri ele alınacaktır. Akabinde Hızır-Hz. Mûsâ kıssası merkezinde zâhir-bâtın ayrımı konusundaki görüşlere yer verilecektir. Selefîllik modern bir olgudur. Bu olgunun arka planında Ashâbü’l-hadîs ve Hanbelî miras bulunmaktadır. Günümüzde Selefîler tarafından dile getirilen görüşler Ashâbü’l-hadîsin önde gelen ismi Ahmed b. Hanbel’e ve takipçilerine atfedilmektedir. Bu bakımdan çalışmada Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere farklı dönemlerde Ashâbü’l-hadîs zihniyetini temsil eden bazı şahısların görüşlerine yer verilecektir. Selefîler, ele aldıkları hemen her konuda nihai hakikati dile getirdikleri izlenimini vermektedir. Oysa Selefîlerin kaynak gösterdiği şahsiyetler, ele aldıkları birçok konuda birbirinden oldukça farklı görüşler öne sürmüştür. Bu görüş farklılıkları, risâlet dönemi sonrasında hiç kimsenin nihai hakikate malik olmadığını göstermektedir. Hemen her konuda, bu görüş farklılıklarının müdellel bir şekilde gösterilmesi fikir ve düşünce bazında tekdüzelikten kurtulmaya atılan bir adım olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu çalışmada Ashâbü’l-hadîs ve fikri mirasçılarının tasavvuf ve zâhir-bâtın ayrımı hususundaki görüşlerini panoramik bir tarzda sunmak amaçlanmıştır. Aynı zamanda Selefîlerin mutlak manada tasavvufa ve bâtınî bilgiye karşı olmadığı ispatlanmaya çalışılmıştır. Araştırmamızda takip ettiğimiz temel yöntem tasvir yöntemidir. Nesnel bir tasvir için öncelikle birincil kaynaklar taranmış, elde edilen veriler iç tutarlılıkları gözetilerek makaleye aktarılmıştır. Yine düşüncedeki değişimi görebilmek maksadıyla kronolojiye riayet edilmiştir. Araştırmamıza konu olan müellifler arasında mutasavvıflara yönelik ilk eleştiriler, İbn Batta tarafından dile getirilmiştir. İbn Akîl ve İbnü’l-Cevzî’yle birlikte tasavvuf çevrelerine yöneltilen eleştirilerin odak noktası mutasavvıflarda görülen bid’atlardır. Tasavvufa yöneltilen ve çoğu zaman tekfir boyutlarına ulaşan asıl eleştiriler İbn Teymiyye sonrasına rastlamaktadır. İbn Teymiyye, İbnü’l-Arabî başta olmak üzere tasavvufa felsefi bir çehre kazandıran mutasavvıfları tekfir etmektedir. Muhammed b. Abdülvehhâb sonrasında ise şeyhlere veya türbelere gösterdikleri tazim bahane edilerek mutasavvıflara maddî ve manevî şiddet uygulanmıştır. Diğer yandan görüşlerini ele aldığımız müelliflerden hiçbiri tasavvufa tümüyle karşı çıkmamıştır. Gerek Ashâbü’l-hadîs gerekse Selefîler, ilk dönem sûfîlerini takdir etmekte ve zühd merkezinde yaşanacak manevî bir tecrübeyi makbul karşılamaktadır. Bu bakımdan tasavvuf eleştirilerinde maksadın, sûfîleri Kur’ân ve sünnetin lafzî delaletiyle çizilmiş sınırlara çekmek olduğu söylenebilir. İlk dönemlerden itibaren mutasavvıflar keşf ve ilhamı hakikat bilgisine açılan müstesna bir kapı olarak görmüşler ve kendilerini Hızır’la özdeşleştirmişlerdir. Hanbelî ve Selefîler Hızır’ın kimliği hakkında ihtilaf etse de ona verilen bilginin ayrıcalıklı bir bilgi olduğunu kabul etmiştir. Bununla birlikte onlar, Hz. Mûsâ’ya verilen bilginin, mahiyeti her ne olursa olsun Hızır’a verilen bilgiden üstün olduğunu savunmuşlardır. Dolayısıyla onlar keşf ve ilhamı bir bilgi kaynağı olarak kabul etmektedir. Ancak keşfî bilginin şeriatın zâhirine muvafık olması gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
6

TURAN, Mehmet. "Hanefî ve Malikî Usûl Âlimlerinin Mursel Hadis Yaklaşımı." Tokat İlmiyat Dergisi, November 2, 2022. http://dx.doi.org/10.51450/ilmiyat.1159795.

Full text
Abstract:
Hadisçiler nezdinde mursel hadis; tabiînin Hz. Peygamber’den aktardığı hadis şeklinde tanımlanmıştır. Usûl âlimleri ise hadisçilerin aksine, senedinde inkıta bulunan hadisler için mursel terimini kullanmışlardır. Onların yapmış olduğu tarif göz önüne alındığında; senedinde inkıta bulunan mudal ve muallak gibi hadislerin de mursel terimi altında değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim usûl âlimlerinin mursel diye isimlendirdikleri hadisler incelendiğinde sadece tabiînin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadisler için bu terimin kullanılmadığı görülmektedir. Aksine onlar tabe-i tabiî veya başka bir tabakadan bir ravinin, hadisi Hz. Peygamber’e isnad etmesini de mursel olarak isimlendirmişlerdir. Hadisçiler, senedinde bulunan kopukluk nedeniyle mursel hadisi zayıf kabul etmiş ve hüccet olmaya elverişli olmadığını belirtmişlerdir. Usûl âlimlerinin ise mursel hadis hususunda farklı bir yol takip ettiği görülmektedir. Çalışmamızda Hanefi mezhebinin mursel hadis yaklaşımı sorgulanmış ve Hanefî usûlcülerin mursel hadisin hücciyetine dair öne sürdükleri argümanlar ele alınıp incelenmiştir. Çalışmamızda öncelikle Ebû Hanîfe’nin (150/767) mursel hadis yaklaşımı tespit edilmeye çalışılmış sonrasında ise başta Îsâ b. Ebân (221/836), Ebu’l-Hasen el-Kerhî (340/952), Cessâs (370/981), Debûsî (430/1039), Pezdevî (482/1089) ve Serahsî (483/1090) olmak üzere Hanefi usûl âlimlerinin bu konudaki yaklaşımına değinilmiştir. Çalışmamızda ayrıca İmam Mâlik’in mursel hadis yaklaşımı irdelenmiş, mursel hadisi kabul edip etmediğiyle ilgili iki farklı rivayet tartışılmıştır. Kimileri, onun mursel hadisi hüccet olarak kabul ettiğini söylerken kimileri ise onun mursel hadisle ihticac etmediğini savunmuştur. Bu nedenle de İmam Mâlik’in Muvvvata adlı eseri de göz önünde bulundurularak, pratikte hangi iddianın doğru olduğu tarafımızca tespit edilmeye çalışılmıştır. Daha sonra ise Mâlikî usûlcülerin mursel hadis yaklaşımı ortaya konulmuş ve mursel hadisin hücciyeti noktasında ne gibi kriterleri esas aldıkları belirlenmeye çalışılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
7

TEKİN, Davut. "Bağlayıcılık Açısından Hz. Peygamber’in Fiilleri -Hüseyin b. Ali b. Muhammed es-Saymerî Örneği-." Van İlahiyat Dergisi, November 6, 2023. http://dx.doi.org/10.54893/vanid.1290446.

Full text
Abstract:
Allah’ın alemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Peygamber, kişinin İslam dininde Allah ile ve diğer insanlarla ilişkilerine dair birçok hukukî kural ve uygulamanın yanında ilahi kitabın açıklanmasına yönelik, hayatın yaşanılabilir kılınmasına dair sözler de sarfetmiştir. Bu sözlerin (hadis) ve fiillerin (sünnet) ne kadarının bağlayıcı olup olmadığı konusu hem Hadis usûlü hem de Fıkıh usûlü âlimleri tarafından müzakere edilmiş ve ortaya hatırı sayılır bir manada eser ortaya çıkmıştır. Hadis usûlünde Hz. Peygamber’in fiilleri hususundaki tartışmalar Fıkıh usûlü eserlerine de yansımış ve özellikle Hanefî mezhebi fakihleri bu konu üzerinde mütalaalar serdetmişlerdir. Bu fakihlerden biri olan Hüseyin b. Ali es-Saymerî,(ö. 436/1045) Hanefî usulünde bir otorite olan Ebu Bekr el-Cessâs’ın (ö. 370/980) talebesi Muhammed b. Musa el-Harezmî’nin (ö. 403/1012) öğrencisidir. Fıkıh usûlünde Cessâs’ın metodunu benimseyen ve bu metodu sürdüren Saymerî, kendi döneminde tartışılan çeşitli temel fıkıh usulü konularını sistematik bir şekilde düzene koymuş ve bu konularda Hanefilerin görüşlerini başta Şafiîler olmak üzere çeşitli fıkıh ve kelam ekollerine karşı savunmuştur. Saymerî, Hanefilerin görüş ve delillerini sunarken öncelikle mezhebin kurucu imamları Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybanî’nin görüşlerine baş vurmuş, bunlardan sonra ise Irak bölgesi Hanefî alimlerinden Ebu’l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/952) ile onun öğrencisi Ebu Bekr er-Râzî el-Cessâs’tan önemli ölçüde istifade etmiştir. Saymerî’nin eserinin ilgili bölümleri analiz edildiğinde özellikle Cessâs’ın etkisinin fark edilir boyutta olduğu görülmektedir. Bu makalede Saymerî’nin günümüze ulaşan Mesâilü’l-hilâf fî usûli’l-fıkh adlı eseri bağlamında Hz. Peygamber’in fillerinin bağlayıcılığı konusunu mütalaa edilmeye çalışılmıştır. Saymerî’nin Hz. Peygamber’in filleri konusunda diğer usûlcü ve hadisçilerden farklı olan bu tutumu ve bunun altında yatan sebepleri kanaatimizce incelenmeye ve irdelenmeye değer bir husustur.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
8

Yüksel, Furkan. "Usûlcüler Sahâbe İsimlendirmesi İçin Hz. Peygamber ile Uzun Süre Birlikteliği mi Esas Alırlar? (Hanefî Usûl Eser-leri Özelinde Bir İnceleme)." BEÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ, May 8, 2024. http://dx.doi.org/10.33460/beuifd.1450843.

Full text
Abstract:
İslam ilim geleneğinde Hz. Peygamber’i gören onunla birlikteliğe sahip olan kimseler sahâbe tabakası altında zikredilmiştir. Ancak her disiplinin sahâbî algısı farklıdır. Bazıları sahâbî kelimesinin lafzi manasını, yani Hz. Peygamber’le bir an bile birlikte olmayı dikkate alarak kısa süreli görüşmeyi bir kimsenin sahâbe tabakasına dahil olması için yeterli görmüştür. Diğerleri ise sahâbî kelimesinin lafzi manasından daha çok örfî anlamı göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber’le uzun süre birlikteliğe sahip kimselerin bu tabaka altında zikredilmesi gerektiğini belirtirler. İlk dönem âlimleri kendilerine ait hususi tanımlar üzerinden sahâbe tabakasını tespit etme yolunu tercih etmişlerdir. Ancak daha sonraları bu hususi tanımlar terk edilmek suretiyle daha genel tarifler yapılmaya başlanmıştır. Söz gelimi âlimler eserlerinde kendi tanımlarını zikretmek yerine usûlcü-hadis ehli tanımı şeklindeki umumi tariflere değinmek suretiyle bir sahâbe tasavvuru oluşturmuşlardır. Onlar umumi olarak zikredilen bu tanımlardan kendi bakış açılarına veya metodolojilerine uygun olanını tercih etmişlerdir. Nitekim bu bakış açısına göre, hadis ehli bir kimsenin sahâbe olarak kabul edilebilmesi için Hz. Peygamber’le kısa süre birlikteliği yeterli görürken, usûlcüler ise bu birlikteliğin uzun süreli olmasını gerekli kabul etmişlerdir. Klasik dönem sonrası eserlerde bu ikili tasnifle verilen sahâbe tanımlarının ülkemizde telif edilen akademik metinlerde de büyük oranda devam ettirildiği tespit edilmiştir. Bu çalışmada ikili tasnifle yapılan bakış açısı sorgulanmış ve bu yargının en azından usûlcüler cihetiyle genel geçer bir kanaat olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Zira Hanefî usûl eserleri bağlamında literatür taraması yöntemi dikkate alınarak yapılan bu çalışmada birçok Hanefî usûl müellifinin kısa süreli birlikteliği sahâbî isimlendirmesi için uygun gördüğü tespit edilmiştir. Hanefî usûlcülerinin sahâbe tanımlarına dair bakış açılarının ortaya konmasında bütüncül bir yaklaşım takip edilmiştir. Bu doğrultuda klasik dönem Hanefî usûl müellifleri olarak nitelenen Cessâs (ö. 370/981), Debûsî (ö. 430/1039), Saymerî (ö. 436/1045), Pezdevî (ö. 482/1089) ve Serahsî (ö. 483/1090 [?]) dışındaki sonraki dönem temsil kabiliyeti yüksek müstakil, şerh ve memzûc tarzda telif edilen usûl müellifleri de dikkate alınmıştır. Geniş bir zaman diliminde birçok Hanefî usûlcüsünün sahâbe tanımlarına odaklanılmak suretiyle gerçekte usûl müelliflerinin tamamının bu şekilde bir bakış açısına sahip olup olmadığının sorgulanması amaçlanmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
9

Kılıç, Bilge. "Pezdevî’nin Usûlünde Haberin Tahammül, Zabt ve Edâsı." Amasya İlahiyat Dergisi, April 19, 2024. http://dx.doi.org/10.18498/amailad.1431063.

Full text
Abstract:
Hz. Peygamber’in sözlerinin elde edilmesi, korunması ve aktarılması süreçlerinde herhangi bir değişiklik veya bozulmadan korunmasını sağlamak amacıyla Hadis usûlünde bazı kavramlar ve ilkeler geliştirilmiştir. Bu kavramlar ve ilkeler genel olarak üç aşamadan oluşur. İlk aşama; haberin, kaynağından sözlü veya yazılı bir şekilde elde edilmesidir. İkinci aşama; elde edilen haberin alındığı andan itibaren hıfz veya kitâbet yoluyla kayıt altına alınmasıdır. Üçüncü aşama ise kayıt altına alınan haberin farklı kanallarla başkasına aynı lafızla ya da yakın bir manayla aktarılmasıdır. Bu üç aşama, Hadis usûlünde haberin güvenilirliğini ve doğruluğunu sağlamak için temel bir çerçeve oluşturur. Fahrü’l-islâm el-Pezdevî (öl. 482/1089), Usûlü’l-Pezdevî ismiyle meşhur olan eserinde Hadis usûlünün temel konularından olan bu üç aşamayı bir fakîh perspektifiyle ele almıştır. Hanefî usûl geleneğinden aldığı ilhamla Pezdevî, yeni kavramlar geliştirerek bu kavramları açık ve net bir şekilde tanımlamıştır. Edindiği mantık formasyonuyla da bu konuların her aşamasını detaylı bir şekilde tasnif etmiştir. Bu da eserinin özgün ve önemli bir kaynak olmasını sağlamıştır. Onun bu derinlikli ve sistematik yaklaşımı, Hanefî usûl tarihinde kendisine özel bir yer kazandırmış ve gelecek nesiller için bir başvuru kaynağı haline gelmiştir. Usûlü’l-Pezdevî, sadece Hanefî usûl geleneği için değil, aynı zamanda genel olarak Hadis usûl literatürü için de bir kilometre taşı niteliğindedir, zira Pezdevî’nin bu eseri, Hadis usûlü alanındaki düşünce ve yöntemleri önemli ölçüde zenginleştirmiştir. Bu nedenle çalışmada Hanefî usûl tarihinde önemli bir yer edinmiş olan Pezdevî’nin haberin “tahammül”ü, “zabt”ı ve “edâ”sı konularına yaklaşımları ele alınmıştır. Pezdevî’nin konuyla ilgili geliştirdiği kavramlar incelenmiş ve bu kavramların Hadis usûlü geleneğindeki karşılıklarıyla kıyaslanmıştır. Söz konusu karşılaştırma, iki farklı alanın aynı konuyu nasıl farklı kavramlar ile ifade edilebileceğini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Aradaki farkların sonuçları da dikkate alınarak bu çalışmanın Hadis usûlüne ne gibi katkılar sunabileceği gösterilmek istenmiştir. Çalışmada hem fıkıh usûlcülerinin hem de hadisçilerin usûli tavırları birlikte esas alınmış ve Hadis usûlündeki kavramları Fıkıh usûlü ile karşılaştırmalı olarak ele almanın yararına dikkat çekilmiştir. Rivayetlerin “tahammül”, “zabt” ve “edâ”sı konularının Hadis usûlü açısından ne ölçüde önemli oldukları düşünüldüğünde çalışmanın önemi daha iyi fark edilecektir. Özellikle “tahammül”, “hıfz”, “zabt”, “edâ”, “lafzî rivayet” ve “mana ile rivayet” hususlarına ilişkin farklılıkların Hadis usûlünde de dikkate alınmasının yararlı olacağı sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla Pezdevî’nin “tahammül”, “zabt” ve “edâ”sına ilişkin yaklaşımının ve ilgili kavramsallaştırmalarının Hadis usûlü açısından yeniden değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü Pezdevî’nin yaklaşımları, özellikle “tahammül”, “zabt” ve “edâ” sîgalarının epistemolojik değerleri açısından yeni bir perspektif sunmaktadır. Ayrıca bazı “tahammül”, “zabt” ve “edâ” sîgalarındaki karmaşıklıkların giderilmesinde Pezdevî’nin yöntem ve sistematiği yol göstericidir. Bilhassa, “icâzet” konusunun Fıkıh usûlü hassasiyetinden yararlanılarak Hadis usûlü alanında tekrar ele alınması, bu alana önemli bir katkı sağlayacaktır. Bu nedenle Pezdevî’nin yaklaşımlarının ve kavramsallaştırmalarının Hadis usûlü açısından dikkate alınması ve değerlendirilmesi, disiplin içindeki gelişmelere ve anlayışa derinlik kazandıracaktır. Bu, disiplinler arası bir yaklaşımı beraberinde getirir ve İslâmî ilimlerin daha kapsamlı bir şekilde gelişmesine katkı sağlar. Geleneksel olarak ayrı olarak gelişen usûllerin günümüzde daha bütünleşmiş bir biçimde ele alınması ve ilerletilmesi, bilim alanları arasında iş birliği ve etkileşimi artırarak İslâmî ilimlerin zenginleşmesine ve derinleşmesine yardım eder. Bu itibarla disiplinler arası bir yaklaşımın benimsenmesi ve farklı alanlardaki bilgi birikiminin birbirini tamamlayıcı bir şekilde kullanılması, İslâmî ilimlerin ilerlemesi için hayati bir öneme sahiptir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
10

Yüksel, Furkan. "Hanefî Usulcülerin “Sahâbe İhticacına Arz” Prensibi Oryantalistlerin e silentio Deliliyle Benzerlik Gösterir mi? (Aralarındaki İlişki ve Karşıtlıklara Dair Bir İnceleme)." İlahiyat Tetkikleri Dergisi, December 10, 2024. https://doi.org/10.29288/ilted.1532275.

Full text
Abstract:
İslam ilim geleneğinde Hz. Peygamber’e ait olanla olmayanın sahih bir şekilde tespit edilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda haberlerin doğruluğunu ve güvenilirliğini belirlemek için çeşitli metodolojiler geliştirilmiştir. Hanefî fukahası, bu metodolojiler arasında kendine özgü bir yaklaşım benimsemiş ve haber-i vâhidlerin kabul edilebilirliğini dört temel ölçüt üzerinden değerlendirmiştir. Bu dört asıldan birisi de sahâbe ihticacına arz prensibidir. Hanefî usulcüler, sahâbe arasında bir konuda ihtilaf çıktığında o konuyla alakalı rivayetin ihtilaf anında delil olarak sunulmamasını o haberin makbul olmadığının alameti olarak değerlendirmişlerdir. Hanefîlerin benimsemiş olduğu bu prensip oryantalistlerin "e silentio/sessizlik” delilini çağrıştırttığı ifade edilmektedir. e silentio delili “Bir hadisin belirli bir zaman diliminde bulunmadığını ispatlamanın en iyi yolu, eğer hadis gerçekten o dönemde mevcut olsaydı, o dönemdeki fıkhî tartışmalarda delil olarak kullanılması gerektiği halde kullanılmadığını ortaya koymaktır” şeklinde açıklanmıştır. Bu sebeple Hanefî usulcülerin bu haber-i vâhid tenkid kriterinden kasıtlarının ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği ve uygulandığının doğru bir şekilde tespiti gerekmektedir. Çalışmanın en önemli amacı ise bu prensibin e silentio deliliyle ilişkisi ve karşıtlıklarının ortaya çıkarılmasıdır. Bu sebeple hem literatür taraması hem de mukayeseli bir yöntem takip edilmiştir. Hanefî usul eserleri ve e silentio delilini daha çok kullanan Schacht (1902-1969) ve Juynboll’un (1935-2010) eserleri çalışmanın ana kaynaklarını oluşturmaktadır. Debûsî’den (ö. 430/1039) itibaren bu asla atıfta bulunan Hanefî usulcülerin bakış açıları tespit edildiğinde her iki delil görünüş itibariyle benzer yaklaşımlar sergilediği görülse de detaylarda birbirlerinden farklı amaçlara sahip oldukları sonucuna ulaşılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
11

Demir. "Hanefî Usûlcülere Göre Hz. Peygamber'in Fiileri ve İctihadları -Hicrî V. Asır Özelinde-." December 31, 2021. https://doi.org/10.5281/zenodo.5812452.

Full text
Abstract:
Hanefi Usûlcülere Göre Hz. Peygamber’in Fiileri ve İctihadları” isimli bu çalışmada, Hanefi usûl geleneğinin klasik şekil ve muhtevasını kazandığı hicrî beşinci asırda yaşayan Debûsî (ö. 430/1039), Pezdevî (ö. 482/1089) ve Serahsî (ö. 483/1090) tarafından telif edilen usûl eserleri merkeze alınarak Hanefi usûlcülerin Hz. Peygamber’in fiilleri ve ictihadları hakkındaki görüşleri bizzat kendi kaynaklarından tespit edilmeye çalışılmıştır. Hanefi usûlcüler bir fiilin Allah Resûlü tarafından yapılmasının o fiilin mubahlığına delâlet edeceğini; fiilin vâcip veya farz olduğuna hükmedebilmek için ise hârici bir karineye ihtiyaç olduğu savunmuşlardır. Hanefî usûlcüler ayrıca Hz. Peygamber’in dinî bir gaye ile yaptığı tüm fiillerde ümmete örnek olduğunu ilgili fiilin Hz. Peygamber’e hass olduğunu söyleyebilmek için bir delil olması gerektiğini savunmuşlardır. Hz. Peygamber’in ictihadlarını ise vahiy ile ilişkisini esas alarak inceleyen Hanefî usûlcüler, Allah Resûlü’nün re’y kaynaklı ictihadlarının vahiy kontrolünde olduğunu savunurlar. Debûsî, Allah Resûlü’nün ictihadlarını “vahy-i hafî”, olarak adlandırırken Pezdevî, “vahy-i bâtın”, Serahsî ise “şibhü’l-vahy” diye adlandırmayı uygun bulmuştur. Usûl müellifleri Hz. Peygamber'in ictihadları için kullanılan bu adlandırmalarla Allah Resûlü’nün ictihadlarının vahiy neticesinde ortaya konmadığını ancak vahyin kontrolünden de uzak olmadığını göstermeyi amaçlamışlardır.   In this study titled “The Actions and Id̲j̲tihāds of the Prophet Muḥammad According to Ḥanafī Methodologists”, the uşūl works written by al-Dabusi (d. 430/1039), al-Bazdavi (d. 482/1089) and al-Sarakhsi (d. 483/1090) who lived in the fifth century AH, when the Ḥanafī uşūl tradition gained its classical form and content, were the foci of the investigation and we also wanted to reveal the views of the Ḥanafī methodologists regarding the actions and ijtihads of the Prophet Muḥammad in those original sources. Ḥanafī methodologists said that if an action was performed by Prophet Muḥammad, it indicates the permissibility of that action, and they argued that further evidence is required in order to evaluate whether the mentioned act is wajib or fard. Ḥanafī methodologists, on other hand, also argued that the Prophet Muḥammad set an example for the ummah in all his religious actions, and that there should be evidence in order to argue that the relevant act is peculiar to the Prophet Muḥammad. Ḥanafī methodologists argue the difference between the id̲j̲tihāds of the Prophet Muḥammad with his own ra’y and the id̲j̲tihāds of other mud̲j̲tahids results from the relation between sunnah and waḥy. While al-Dabusi called the id̲j̲tihāds of the Messenger of Allah as "al-waḥy al-ḫafī ", al-Bazdawi calls them " al-waḥy al-baṭin" and al-Sarakhsi as "shibh al-waḥy ". With these titles used to refer to the ijtihads of the Prophet Muhammad, the authors of uşūl aimed to show that his id̲j̲tihāds were not revealed as a result of waḥy, but that they were not far from the control of waḥy.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
12

Karayiğit, İskender. "İmâm-ı Rabbânî’nin Perspektifinden Teşehhüdde İşaret Meselesi." Burdur İlahiyat Dergisi, June 10, 2024. http://dx.doi.org/10.59932/burdurilahiyat.1453779.

Full text
Abstract:
Namazda gerek birinci oturuş, gerekse son oturuşta teşehhüd duasının okunması, bu duanın metni ve duayı okurken ellerin durumu gibi hususlar mezhepler arasında tartışma konusu olmuştur. Teşehhüdd işaret parmağının kaldırılmasıyla ilgili olarak Hz. Peygamberin hem parmaklarının tamamını yumarak işarette bulunduğu, hem de sadece iki parmağını yumup orta parmakla baş parmağını halka yaparak işaret parmağını kaldırdığına dair rivayetler gelmiştir. Bu rivayetlerden hareketle Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî, ve Hanefîlerin bir kısmı teşehhüdde şehadet parmağıyla işarette bulunmayı sünnet sayarlarken, Hanefîlerden diğer bir grup ise parmakla işaretin sünnet değil, bilakis başka bir sünneti terke sebep olduğunu ileri sürerek bu işareti doğru bulmamışlardır. Zira onlara göre teşehhüdde el parmaklarını kıbleye yöneltmek sünnettir. İşarette bulununca bu sünnet ortadan kalkmaktadır. Sıkı bir Hanefî müntesibi olan İmâm-ı Rabbânî de (ö. 1034/1624) teşehhüdde işaret parmağının kaldırılması görüşüne katılmamıştır. Ancak onun işarete karşı olmasının sebebi sırf kendi mezhebinin görüşü olmasından kaynaklı değil, belki işarete cevaz veren rivayetlerin Hanefi imamların süzgecinden geçememesidir. İmâm-ı Rabbâni’ye göre Hanefîlerin işareti reddetmelerinin bir takım sebepleri vardır. İlk olarak o, teşehhüdde işaret parmağının kaldırılmasının cevazına dair hadislerin çok olduğunu, ancak bu cevazın mezhebin zâhir ve asıl rivayetlerinden olmadığını ileri sürmüştür. Ancak İmâm-ı Rabbânî’nin bu iddiası kimi kesimlerce kabul görmemiştir. Nitekim Mektûbât’ın Arapça tercümesinin ta‘lîkâtında ne zâhirü’r-rivâye’de, ne de nâdirü’r-rivâye’de parmağın kaldırılmasına veya kaldırılmamasına dair bir rivayetin bulunmadığı ifade edilmiş ve İmâm-ı Rabbânî ‘nin bu iddiası başka şekilde izah edilmiştir. İkinci olarak İmâm-ı Rabbânî, işaretle ilgili değişik fetvâ eserlerinden derlediği rivayetleri bir araya getirerek işarete karşı tutumunu devam ettirmiş ve bu konuda yalnız olmadığını, birçok fakîhin de kendisiyle aynı görüşü paşlaştığını gözler önüne sermiştir. Üçüncü olarak ise işarete delalet eden rivayetlerin çokluğuna rağmen Hanefî bilginlerinin işarete cevaz veren hadislere neden temkinli yaklaştığının sebebini, ilgili rivayetlerin hadis usûlü kritiği açısından ızdırablı olduğunu ileri sürerek açıklamış, işaretle ilgili rivayetlerin birbirine tercih edilemediğini savunmuştur. Nitekim o, işarete cevaz veren rivayetleri inceleyerek on üç madde altında hadislerin neden ızdırablı olduklarını açıklamaya çalışmıştır. Teşehhüdde işarete dair birçok rivayet bulunup mezheplerin çoğu da bu rivayetlerle amel edince, akla başta ilgili rivayetlerin uzlaştırılması olmak üzere bir takım sorular gelmiş, buna istinaden İmâm-ı Rabbâni, ilgili rivayetleri zikrettikten sonra akla gelmesi muhtemel soru ve cevapları da sıralamıştır. Çalışmamız ehl-i hadisin karşısında konumlandırılan ve ehl-i rey tabir edilen Hanefîlerin zaman zaman hadislerle amel etmeme durumlarında mutlaka usûlî bir gerekçelerinin olduğunu ortaya koyması açısından önem arzetmektedir. Zira aynı usûlî savunmalar, hakkında hadis bulunan cemaatin namazda imamın kıraatıyla yetinip yetinmemesi, fâtiha’sız namazın caiz olup olmaması gibi konularda da söz konusu olabilmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
13

TATAR, Veli, and Nurullah AGİTOĞLU. "Cerh ve Ta’dîl İlminde İdeolojik Taassubun İzleri ve Ebû Hanîfe Savunusu: Leknevî’nin er-Ref ve’t-Tekmîl fi’l-Cerh ve’t-Ta’dîl Eseri Örneğinde." Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, November 11, 2023. http://dx.doi.org/10.35415/sirnakifd.1324913.

Full text
Abstract:
Tarihsel süreçte, Hz. Peygamber’den nakledilen sözlerin sağlam bir şekilde muhafaza edilerek sonraki nesillere aktarılması için hadisin ayrılmaz bir parçası olan isnadla beraber cerh ve ta’dîl ilmi teşekkül etmiştir. Hadis âlimleri her asırda hadislerin sonraki nesillere sağlam bir şekilde nakledilmesi için gerekli tedbirleri almış, cerh ve ta’dîl ilminin kuralları çerçevesinde râvilerin hadis rivâyetine ehil olup olmadığını, bu bağlamda hadislerin sika râviler vasıtasıyla nakledilip nakledilmediğini tespit etmişlerdir. Sonraki asırlarda hadis âlimleri cerh ve ta’dile dair eserler te’lîf etmiş, râvinin adalet ve zabt sıfatlarını zedeleyen kusurlara temas etmişlerdir. Asıl hedefi râvinin hadis rivâyetine ehil olup olmadığını tespit etmek olan cerh ve ta’dil ilmi, ravinin adalet ve zapt gibi özelliklerini olumsuz etkileyen kusurları tespit etmiştir. Fakat cerh ve ta’dîlde esas olan husus münekkidin bir râviyi tenkit ederken taassup ehli olmak gibi bazı kusurlarının bulunmamasıdır. Taassup kavramı bazı âlimlere göre “asabe” sözcüğünden türemiş olup “akrabaya olan bağlılığı” ifade ederken, bazılarına göre ideoloji ile aynı anlamda olup “bir fikir ve düşünceye ihtilafsız körü körüne bağlanmışlığı” ifade etmektedir. Dolayısıyla herhangi ideolojik bir fikre bağlı kalıp eleştiri kabul etmeyenlere de taassup ehli denilmiştir. Mezhep taassubu hem Şia, Hariciler, Mu’tezile ve Mürcie gibi itikadi mezheplerde tezahür etmekte, hem de Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî gibi ameli mezheplerde tezahür etmektedir. Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey âlimlerinden bazıları da bazı fikirlerde katı bir tutum sergilemiş, aksine görüş ileri sürülse de görüşlerinde ısrarcı davranıp mezhep taassubuna kapı aralamışlardır. Mensubu olduğu mezhebe yapılan tenkitleri delillerle çürütmeye çalışan ve reddiyeler yazan alimler olmuştur. Bazı âlimler müstakil reddiyeler yazarak mensubu olduğu mezhebe yapılan tenkitleri delilleriyle çürütmeye çalışmış, bazı âlimler ise bir eserinde müstakil bir başlık altında değinmiştir. Bununla birlikte bazı âlimler reddiyelere çok sert bir şekilde cevaplar vermişlerdir. Bu meyanda mezhep taassubunda bulunmaktan kaçınmamışlardır. Bu tür tenkidi yapan âlimler, taassup ehli olmaktan kaçınamamıştır. İbn Ebî Şeybe ve Buhârî gibi âlimler başta olmak üzere Ehl-i Hadis’e mensup bazı âlimlerinin Ehl-i Rey’e mensup Ebû Hanîfe’yi tenkit ettikleri malumdur. Hindistanlı muhaddis ve Hanefî âlimi Abdulhay el-Leknevî de eserlerinde Ebû Hanîfe’ye yöneltilen eleştirilere kendi delilleriyle cevap vermeye çalışmıştır. Onun Ebû Hanîfe’yi savunduğu ve muhalif tenkitlere cevap verdiği eserlerinden birisi de telif etmiş olduğu er-Ref ve’t-tekmîl fi’l-cerh ve’t-a’dîl’idir. Leknevî mezkûr eserinde cerh ve ta’dîl konularını izah ederken zaman zaman Ebû Hanîfe’ye yöneltilen tenkitlere de temas etmiştir. Bu meyanda onun eserinin üçte biri bu tenkitlere verdiği cevaplardan müteşekkildir. Bu makalede Leknevî’nin telif ettiği er-Ref ve’t-tekmîl eserinde cerh ve ‘ta’dîl konuları dışında Ebû Hanîfe’ye yöneltilen tenkitlere verdiği cevaplar ele alınacaktır. Ebû Hanîfe’ye yapılan bu tenkitlerin taassuptan kaynaklandığını düşünen Leknevî’nin Ebû Hanîfe’yi savunurken muhalif tarafın taassup ehli olduğuna ve onlara karşı yapmış olduğu reddiyelerine yer verilecektir. Ayrıca çalışmamızda Leknevî’nin de mezhep taassubunda bulunup bulunmadığı, bu meyanda Ebû Hanîfe savunucusu olup olmadığı, ihtiyari veya gayr-ı ihtiyari olarak taassuptan kaçınıp kaçınmadığı araştırılacak, bu bağlamda cerh ve ta’dil ilminde ideolojik taassubun izleri sürülecek ve Ebû Hanîfe savunusunun genel serencamı tespit edilmeye çalışılacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
14

TAHTACI, Hakan. "The Evaluation of Şihâbuddin al-Mercânî 's Views on the Havl Prayer Performed in the Kazan Region." Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, February 1, 2024. http://dx.doi.org/10.51702/esoguifd.1397801.

Full text
Abstract:
İslâm inancında, imandan sonra öne çıkan önemli unsurlardan biri ibadettir. Müslümanlar, Allah'a olan saygı ve sevgilerini ifade etmek amacıyla ibadet yoluyla O'nun rızasını elde etmeye çabalarlar. İbadet, Allah ve Rasûlü tarafından belirlenen özel davranış biçimlerini yerine getirme gayretidir. İslam âlimleri, ibadetlerin belirli şart ve şekillerle yapılması gerektiği konusunda ittifak halindedirler. Namaz, İslam'ın temel şartlarından biri olup bu prensiplere dayalı en bilinen ibadet örneğidir. Ancak, zaman içinde bazı topluluklarda ortaya çıkan uygulamalar sünnet ve bid'at tartışmalarına yol açmıştır. Örneğin, 19. ve 20. yüzyılda Kazan Türkleri arasında yaygın olan havl namazı, dönemin âlimleri arasında ihtilafa sebep olmuştur. Şihâbuddîn Mercânî'nin 19. yüzyılda yaptığı detaylı açıklamalar, bu konuya ışık tutmaktadır. Ancak günümüze kadar havl namazı ile ilgili akademik bir değerlendirmenin olmaması konunun incelenmesini gerekli kılmaktadır. Çalışma, Mercânî ve havl namazıyla ilgili özet bir bilgilendirme sunarak, Mercânî'nin havl namazına dair görüşlerini, delillerini ve vardığı sonuçları incelemeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, delillerin hadis ilmi perspektifinden değeri ve vakıaya olan delâlet potansiyeli tartışılmaktadır. Geçmişte benzer bir namazın klasik eserlerde yer almaması göz önüne alınarak, Hz. Peygamber ve ashâbının kıldığı namazlarla havl namazı mukayese edilmektedir. Böylece havl namazının kaynağı ve hükmü konusunda elde edilebilecek sonuçlar belirlenmektedir. Delillerin incelenmesi Kazan bölgesinde havl namazının kılınmasında Hanefî fıkıh eserlerinin etkisini gösterirken, aynı zamanda Şîa rivayetlerinin bu uygulamada etkili olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır. Havl namazı, Şîa rivayetlerinin Sünnî fıkıh ve ahlak eserlerine geçişinin örneklerinden biri sayılabilir. Mercânî'nin tanımladığı şekilde bu namazın Hanefî doktrininde mubah kabul edilebileceği, ancak uygulamada dini bir dayanağının olmamasının, onu bid'at-ı izâfî kategorisine sokabileceği çalışmada belirtilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
15

PEKACAR, Çetin, та Engy EL-SAWAH. "ʿIkdü’l-Cumān fī Tārīḫi Ehli’z-Zamān Kitabında Geçen Şiirlerde Türk Etnonimi". Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 21 грудня 2022. http://dx.doi.org/10.51531/korkutataturkiyat.1214216.

Full text
Abstract:
ʿIkdü’l-Cumān fī Tārīḫi Ehli’z-Zamān; Hanefî fakihi, tarihçi, hadis ve dil âlimi Bedreddin el-Aynî’nin (ö. 855/1451) Hz. Adem'den başlayarak 850 (1446) yılına kadar olan hadiseleri umumi tarih niteliğinde kaleme aldığı Arapça yazılmış geniş hacimli bir tarih kitabıdır. Memlūk döneminde yazılan ve kısaca ʿIkdü’l-Cumān adıyla bilinen eserin birkaç nüshası vardır. Kimi nüshaları 23, kimileri ise 36 ciltten oluşmaktadır. Bu çalışmada Veliyyüddin nüshası esas alınmıştır. Veliyyüddin nüshası 23 cilt hacminde olup ciltlerin sayfa sayısı 280’den 790’a kadar çıkabilmekterdir.
 Bu çalışmada ʿIkdü’l-Cumān’daki Arapça şiir parçalarında geçen Türk etnonimini ifade eden “Turk, Etrāk, Turkī, Turkiyye” gibi kelimeler ele alınmıştır. Memlūk hâkimiyeti altında, hem Türkçeye hem de Arapçaya hâkim olan bir yazar tarafından yazılan eser, Mısır’ın Türklerin hâkimiyeti altında bulunduğu dönemleri de kapsadığından içinde Türklerle ilgili çok sayıda bilgi ve Türkçe ibare vardır. Diğer Türkçe ibare ve bilgiler bir yana bırakıldığında, el yazmasının tamamında Türk etnonimini ifade eden toplam 1028 kelime tespit edilmiştir. Tespit edilen kelimelerin 20’si şiir parçalarında geçmektedir. Çalışmamızda sadece şiir parçalarında geçen Türk etnonimini ifade eden kelimeler tespit edilmiş ve bunların kullanıldığı anlam ve bağlamlar değerlendirilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
16

AKBAŞ, Mustafa Yasin. "Qutb al-Din al-Izniqī (d. 821/1418) and the Hadith Commentary Method in his Work Entitled Talfīqāt al-Masābīh." Kocatepe İslami İlimler Dergisi, May 17, 2022. http://dx.doi.org/10.52637/kiid.1086734.

Full text
Abstract:
Osmanlı medreselerinde okunan önemli eserlerden birisi Ferrâ’ el-Begavî’nin (öl. 516/1122) Mesâbîhü’s-Sünne isimli hadis kitabıdır. Begavî bu eserinde güvenilir hadis kaynaklarından seçtiği rivayetleri bir araya getirmektedir. Yazıldığı günden itibaren ulemanın ilgi gösterdiği eser hakkında çok sayıda şerh kaleme alınmıştır. Osmanlı döneminde Mesâbîh hakkında şerh, haşiye ve tercüme çalışmaları bulunmaktadır. İznik’te kurulan ilk medresenin müderrislerinden Kutbüddin İznikî (öl. 821/1418) de Mesâbîh’i şerh eden âlimlerdendir. Tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf alanında eserler kaleme alan İznikî, Osmanlı Devleti’nde fetret devrinin etkilerinin devam ettiği bir dönemde önemli âlimlerin yaşadığı İznik’te hayatını sürdürmüştür. İznikî Mesâbîh’teki bütün hadisleri şerh etmek yerine hadisler arasında yer alan zahiri tearuzu gidermeye yönelik Telfîkâtü’l-Mesâbîh’i telif etmiştir. Eserin Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesindeki Fatih (no. 1125) ve Ayasofya (no. 476) yazma nüshaları günümüze ulaşmıştır. Farklı isimlerle anılan eserin müellife nispetinde şüphe bulunmamaktadır. Oğlu Kutbüddinzâde’nin bizzat babasından yaptığı nakiller bunu teyit etmektedir. Kendi dönemindeki ilim taliplerinin alet ve aklî ilimlere yönelerek tefsir ve hadisten uzaklaştıklarını belirten müellif, hadisler arasındaki tearuzu gidermeye yönelik küllî kaideler belirlemeye çalışmış ve rivayetler arasındaki zahiri tearuzu gidermeye çaba göstermiştir. Muhaddislerin hadisler arasındaki ihtilafı gidermede takip ettikleri usûlü aktaran İznikî, hadisler arasında hiçbir durumda tearuz bulunmayacağını belirtmektedir. Tearuz bulunduğu düşünülen rivayetlerin farklı durum veya ortamda söylendiğini, zahir veya mecaza hamledilmesine dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan müellif eser boyunca rivayetleri cem‘ etmeye yönelik bir çaba göstermektedir. Tercih yönteminde de rivayetlerden birisini diğerine tercih etmek yerine manalarından birisine hamledilen rivayetin diğeri ile arasındaki tearuzu gidererek aslında yine cem‘ yöntemini kullanmaktadır. Telfîkât’ta Mesâbîh’in bütün bölüm-bâb ve rivayetleri bulunmamaktadır. İznikî, sadece ihtilafa konu olan rivayetleri ele almaktadır. Bu yönüyle Mesâbîh’in tam bir şerhi olmayan Telfîkât’ta, ele alınan rivayetler hakkında geniş değerlendirmeler bulunmaktadır. Müellif bu değerlendirmelerinde temel Mesâbîh şerhlerinden yararlanmakta, hadislerin manalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Ancak hadisin söylenme sebebi, râvi ve isnad tenkidi, hadisin tahrici, nüsha ve rivayet farklılıkları, garip lafızların açıklanması gibi rivâyetü’l-hadîs bilgileri nadir yer almaktadır. Bunun yerine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) muradını ortaya koymaya yönelik dirâyetü’l-hadîs türünden sayılabilecek bilgiler öne çıkmaktadır. Bunun için dil ve mantık ilminden sıklıkla yararlanan müellif, kelâmî ve tasavvufî yaklaşıma ağırlık vermektedir. Hanefî mezhebine mensup Mesâbîh şarihlerinden olmakla birlikte eserde fıkhî meselelere değinmemektedir. Hadisle alakalı ulemanın yaklaşımlarına yer verip itikâdî meselelerde Mâturîdî çizgideki yorumlara öne çıkaran İznikî, uygun görmediği yorumları eleştirmekten geri durmamaktadır. Tevillerin ardından uygun gördüğü yoruma işaret etmesinde ve tenkid ettiği yaklaşımlardaki asıl çabası, talebelerin zihinlerindeki karışıklığın ve kalplerindeki şüphenin izale edilmesidir. Bunun için kaideler belirleyen müellif, bu kaideler ile eserde ele alınmayan hadisler hakkındaki tearuzun da giderilebileceğini ifade etmekte ve eser boyunca bu kaidelere atıf yapmaktadır. Telfîkât merkeze aldığı Mesâbîh ile müellifin takip yöntem ve yer verdiği bilgiler sebebiyle muhtelefu’l-hadîs alanında yazılmış eserlerden ayrılmaktadır. Ancak bir eserdeki rivayetlerin tearuz yönüyle ele alındığı tek eser olarak da literatürde yer almaktadır. İznikî alet ve aklî ilimlere yönelen öğrencilere yönelik eleştirisine rağmen muhataplarının ilmî seviyesi, dönemin telif ve tedris anlayışı, Mesâbîh’in özellikleri veya sadece tearuza konu olan rivayetleri ele alması sebebiyle şerhlerde yaygın biçimde görülen bilgilere yer vermemektedir. Ancak kaynaklarının genişliği, yaptığı tenkidler ve ortaya koyduğu görüşler sebebiyle bilinçli bir tercih olarak eserinde bu yöntemi takip ettiğini söyleyebiliriz. Kuruluş devri Osmanlı müderrisi İznikî’nin eleştirileri, telif ettiği eserler, Telfîkât’ta takip ettiği yöntem ve verdiği bilgiler erken dönem Osmanlı âlim tipini yansıtması yönüyle dikkat çekmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
17

GÜNER, Salih. "A Suggestion For The Asset Management Company Operating in Compliance With Participation Finance Principles." Hitit İlahiyat Dergisi, December 7, 2023. http://dx.doi.org/10.14395/hid.1321865.

Full text
Abstract:
Varlık yönetim şirketleri, finans kurumlarında meydana gelen sorunlu varlıkları satın alıp kuruma likidite sağlama ve bu kurumları sorunlu varlıklardan arındırma amacıyla ortaya çıkmıştır. Zaman zaman ülke ekonomilerinde meydana gelen bozulmalar ve bunun sonucu olarak vatandaşların ve finans kurumlarının ekonomik durumunun bozulması bu şirketlerin kurulmasına sebep olmuştur. Varlık yönetim şirketleri, dünyada daha önce ortaya çıkmakla birlikte ülkemizde 2001 krizinden sonra gündeme gelmiştir.
 Varlık yönetim şirketleri, konvansiyonel bankalardaki sorunlu varlıkları çok düşük miktarlarda satın alıp bu borçları asıl sahibinden tahsil etme amacıyla kurulması sebebiyle İslâm hukukuna göre meşrû olmayan faiz yasağını dikkate aldığını söyleyemeyiz. Dolayısıyla mevcut varlık yönetim şirketlerinin, İslâm hukuku açısından meşrûiyetinin bulunduğunu ifade etmek mümkün değildir. Diğer taraftan katılım finans kurumlarının da sorunlu varlıklara sahip olabileceğini düşündüğümüzde faizsiz işlem yapan ve İslâm hukuku ilkelerine riayet eden bir varlık yönetim şirketine de ihtiyaç olmalıdır. Bu kapsamda, İslâm hukuku kaideleri çerçevesinde faaliyet yürütmeyi hedefleyen varlık yönetim şirketleri için bir takım ilkeler belirlemek zaruri olmalıdır.
 İslâm hukuku tarihinde borç satım uygulamaları, âlimler nezdinde çokça tartışılmıştır. Tartışmanın ana kaynağını Hz Peygamberden rivâyet olunan “Nebi (s.a.s.), borcun borca karşılık satımını yasakladı.” hadisi oluşturmaktadır. Nitekim bu hadis etrafında çokça görüş zikredilmiş, hadisin zayıf olduğu ifade edilmiş ve yine zayıf olduğu ifade edilmekle birlikte mana itibariyle doğru olduğu yönünde görüşler de belirtilmiştir. Diğer taraftan hadisin, borç satım uygulamalarından hangisini kapsadığı hususunda da ihtilâflar bulunmaktadır. Kimi âlimler, hadisi mutlak kabul ederek hiçbir borcun hiçbir şekilde satımına cevaz vermemişlerdir. Kimi âlimler ise hadisin kapsamını daraltmış ve faizli bir işlem doğuran veya pratikte bir fayda sağlamayan borç satım uygulamalarının caiz olmadığını ifade etmişlerdir.
 Hanefî mezhebi, borcun, teslim edilebilir olmayışı gerekçesiyle satımına hiçbir şekilde cevaz vermemiştir. Şâfiî mezhebi ise mezhep görüşü itibariyle böyle bir görüşe sahip olmakla birlikte borcun bir ayn yani mal karşılığında peşin olarak satın alınması konusunda bireysel ihtilâflar yaşamıştır. Mâliki mezhebi ise borç satım uygulamasında bu iki mezhebe göre daha ılımlıdır. Nitekim öne sürmüş olduğu bir takım şartlar ile birlikte borcun, borçlunun bizzat kendisine veya üçüncü bir şahsa bir mal veya menfaat karşılığında satımının mümkün olduğu görüşünü benimsemiştir. Borç satım konusunda en geniş davranan âlimler ise İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım el-cevziyye olmalıdır. Bu iki âlime göre, yukarıda bahsi geçen hadis ile yasaklanan borç satımı, her iki tarafın zimmetinde bir borç bulunmadığı halde vadeli olarak yeni bir alım satım faaliyeti yapmalarıdır. Bu iki âlime göre zimmette sabit olan bir borcun, borçlunun kendisine veya üçüncü bir şahsa, bir ayn veya aynın menfaati karşılığında satımı mümkün ve caizdir.
 Yukarıda zikrettiğimiz görüşlere ilave olarak günümüz âlimleri veya fetva kurulları arasında Mâlikî mezhebinin görüşü üzerine içtihat edenlerin bulunduğunu da ifade edebiliriz. Örneğin İslam Fıkıh Akademisi ve Türkiye Katılım Bankaları Birliği Danışma Kurulu, borcun bir ayn veya aynın menfaati veya bir hizmet karşılığında üçüncü kişilere peşin olarak satımı şeklinde gerçekleşen uygulamaların caiz olabileceği yönünde görüş belirtmişlerdir.
 Bu makalede, güncel bir ihtiyaç olduğu düşünülmesi sebebiyle katılım finans ilkelerine uygun faaliyet yürütebilecek varlık yönetim şirketinin nasıl olması gerektiği ve hangi ilkeler bazında hangi yöntemler ile sorunlu varlıkları satın alabileceği konuları tartışılmıştır. Bu bağlamda öncelikle borç satım uygulamalarına dair klasik fıkıh eserlerindeki uygulamalar incelenmiş, değerlendirilmiş ve akabinde İslâm hukukuna uygun faaliyet yürüten bir varlık yönetim şirketi modeli önerilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
18

Onuk Demirci, Sümeyye. "19. Yüzyıl Hint Alt Kıtasında Birbirine Muhalif İki Âlim: Leknevî ile Sıddîk Hasan Han Arasındaki Reddiyeleşmeler." İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, December 27, 2024. https://doi.org/10.59777/ihad.1543029.

Full text
Abstract:
Abdülhayy el-Leknevî (ö. 1886) ile Sıddîk Hasan Han (ö. 1890) on dokuzuncu yüzyılda Hint alt kıtasında yaşamış ve farklı ilmî yaklaşımları olan iki muhalif âlimdir. Sıddîk Hasan Han, dinin kaynaklarını Kitap ve sünnete hasrederek icmâ ile kıyası şer‘î delillerden saymamakta, ictihadı merkeze alarak taklide ve herhangi bir mezhebe bağlılığa şiddetle karşı çıkmakta iken Leknevî daha mutedil bir yol tutmakta, kendisi de Hanefî mezhebine bağlı bir âlim olarak mezhebe bağlılığı savunmakta, ancak mezhep taassubunu da onaylamamaktadır. İki âlim arasındaki bu yaklaşım farkı ve muhalefet zamanla karşılıklı reddiyeleşmelere kadar varmıştır. Bu muhalefetin ilk ne zaman görünür hale geldiği tam olarak tespit edilemese de Leknevî’nin, eserlerinde önce üstü kapalı bir biçimde Sıddîk Hasan Han’ı ve görüşlerini eleştirmesiyle başladığı, sonra eser adı vererek doğrudan Sıddîk Hasan Han’ı hedef almak suretiyle dozunu artırarak devam ettiği söylenebilir. Bu tarz eleştirilerin artması üzerine Şifâü’l-‘ayy ‘ammâ evradehû’ş-Şeyh Abdülhayy isimli müstakil bir eser ile Leknevî’nin itirazlarına cevaplar verilmiştir. Şifâü’l-‘ayy’a muttali olan Leknevî bu esere reddiye niteliğinde İbrâzü’l-ğayyi’l-vâkı‘ fî Şifâi’l-‘ayy’ı kaleme almış, Sıddîk Hasan Han cenahından da İbrâzü’l-ğayy’a reddiye olarak Tebsıratü’n-nâkıd bi reddi keydi’l-hâsid telif edilmiştir. Leknevî bu esere karşılık Tezkiretü’r-râşid bi reddi Tebsırati’n-nâkıd’ı yazmış ve böylece reddiye türünde karşılıklı dört müstakil eser ortaya çıkmıştır. Sıddîk Hasan Han cenahından yapılan bu reddiyeler, Ebu’l-Feth Abdünnasîr ismiyle yazılmıştır. Ancak bu durum reddiyeleşmelerin iki âlim arasında geçtiği gerçeğini değiştirmemektedir. Zira reddiyelerde -müellif kim olursa olsun- Leknevî ile Sıddîk Hasan Han arasındaki ihtilaflar gündeme getirilmekte, savunmacı ve cedelci bir üslupla bunlara cevaplar verilmektedir. Ayrıca Leknevî de kendisine karşı yazılan reddiyelerin bizzat Sıddîk Hasan Han tarafından telif edilmediğini düşünmesine rağmen reddiyelerinde açıkça Sıddîk Hasan Han’ı muhatap aldığını belirtmektedir. Çünkü Leknevî’ye göre bu reddiyeler Sıddîk Hasan Han’ın talimatıyla yazılmıştır, dolayısıyla esas muhatap da odur. Reddiyelerde genellikle doğum-vefat tarihi, hoca-talebe ilişkisi gibi biyografik meseleler ele alınmaktadır. Bu tarz eleştirileri genellikle Leknevî yöneltmekte, Sıddîk Hasan Han ise savunma hattında kalmaktadır. Sıddîk Hasan Han’ın eserlerinde yer alan tarih yanlışları genellikle ya müstensih hatası denilerek ya da naklin yapıldığı esas nüshada o şekilde yer aldığı söylenerek cevaplanmaktadır. Ancak Leknevî bu cevaplardan razı olmamakta ve bu kadar hatanın ilim ehline yakışmayacağını belirterek her seferinde örnekleri çoğaltmaktadır. Reddiyelerde biyografik meseleler dışında azınlıkta da olsa yöntem eleştirilerine, tefsir, hadis, itikat ve fıkıh gibi alanlara taalluk eden bazı meselelere de yer verilmektedir. Reddiyelerde yer alan fıkhi meseleler daha ziyade Leknevî’nin Sıddîk Hasan Han’a yönelttiği eleştirilerle ilgilidir. Bu eleştirilerin başında da Sıddîk Hasan Han’ın taklidi reddetmesine rağmen İbn Teymiyye (ö. 1328) ve Şevkânî’yi (ö. 1834) taklid etmesi ve cumhura muhalif birçok konuda onların görüşünü takip etmesi gelmektedir. Bu bağlamda Leknevî Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kabrini ziyaret etmenin gayrimeşrû sayılması, namazı kasten terk eden kimseye kaza gerekmeyeceği ve ticaret mallarının zekâta tâbi olmayacağı gibi görüşleri ele alıp reddiyesini sunmaktadır. Leknevî’nin bir diğer eleştirisi de Sıddîk Hasan Han’ın icmâ ve kıyası şer‘î delil kabul etmeyerek dinin asıllarını Kitap ve sünnete hasretmesidir. Bunlara karşılık Sıddîk Hasan Han cenahından da istincânın su ve taşla birlikte yapılmasının sünnet olması, teravih namazının hükmünün sünnet-i müekkede, rekât sayısının ise yirmi kabul edilmesi gibi meselelerde Leknevî’ye yönelik fıkhi eleştiriler yapılmaktadır. Reddiyelerdeki tüm bu meseleler karşılıklı delillerle, soru-cevaplarla, savunmalarla ve itirazlarla ele alınmakta, iki taraf da kendi görüşünü savunarak diğerinin görüşünü çürütmeye çalışmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
19

Çoban, Ramazan. "ABDÜLHAK DİHLEVÎ VE NESLİNİN HİNT ALTKITASI’NDA HADİS İLMİNİN YAYILMASINA KATKILARI." Kilis 7 December University Journal of Theology, June 27, 2024. http://dx.doi.org/10.46353/k7auifd.1466649.

Full text
Abstract:
Hadis ilmi ile ilgili faaliyetler X./XVI. asır Hint Altkıtası’nda belirli bölgelerde bulunmakla beraber XI./XVII. asırda Altkıta’nın tamamına yayılmıştır. Bu dönemde bölgede hadis ilminin yayılmasında çaba gösterenlerin başında Abdülhak Dihlevî (1052/1642) ve onun eğitim metodunu devam ettiren çocukları ve talebeleri gelmektedir. X./XVI. asır da hadis ilmi açısından Hicaz’la münasebetlerin yoğunluğu ve yöneticilerinin İslami ilimlerin öğretilmesine öncelik vermesi yönüyle Gucerât ve Sind bölgeleri ön plana çıkmıştır. Gucerât bölgesinde Ali el-Müttakî el-Hindî (ö. 975/1567) ve Muhammed Tahir el-Fettenî (985/1577) gibi muhaddisler gerek eserleriyle gerekse yetiştirdikleri talebelerle hadis ilminin bölgede yayılmasına ciddi katkıda bulunmuşlardır. Ancak bu etki bölgesel olarak kalmış ve Hint Altkıtası’na yayılmamıştır. XVII. yüzyıla gelindiğinde Gucerât bölgesinin Babürlüler’in kontrolüne geçmesiyle birlikte bölgedeki ilmi canlılık Babürlüler’in merkezi olan Delhî şehrine kaymıştır. Hadis ilminin Delhî merkezli olarak Kuzey Hindistan’da yayılmasında Abdülhak Muhaddis Dihlevî’nin başlattığı ve onun neslinin devam ettirdiği hadis tedris faaliyetinin büyük etkisi olmuştur. Abdülhak Muhaddis, Kur’an ve sünneti merkeze alarak kurduğu medresesindeki eğitim ve irşad faaliyetleriyle yüzlerce talebe yetiştirmiş, çocukları ve torunlarıyla bu eğitimi nesillerce devam ettirmiş, yazdığı eserlerle kendisinden sonra kalıcı bir iz bırakmıştır. Bölgenin yaygın dili Farsça olduğu için Abdülhak Muhaddis bazı eserlerini Farsça bazılarını da Arapça olarak kaleme almıştır. Onun yazdığı eserlerin tamamı toplum tarafından kabul görmüş ve pek çoğu yazıldığı dönemden günümüze kadar okutulmuş, şerh, ihtisar, tashih ve tahkik gibi çalışmalarla günümüze nakledilmiştir. Bu makalede Abdülhak Muhaddis Dihlevî’nin hayatı, hoca-talebe ilişkisi, hadis eserleri ele alınacak, onun talebeleri ve neslinden gelen âlimlerin bu mirası nasıl zenginleştirdiği ve bölgede hadis ilminin yayılmasına ne gibi katkılar sundukları incelenmiştir. İslami ilimlerin hemen hemen tüm alanlarında eser yazan Abdülhak Dihlevî’nin öne çıktığı dört alan Hadis, Tasavvuf, Tarih ve Biyografi alanlarıdır. 15-16 yaşlarından itibaren eser telif etmeye başlayan Abdülhak Muhaddis, 42 yaşında Hicaz dönüşü kurduğu medresede 52 yıl Kur’an ve sünnet merkezli eğitim faaliyetleri yürütmüş, Hint Altkıtası’nın çeşitli bölgelerinden gelen talebeler yetiştirmiş, kendinden sonra oğlu Nûrulhak’ı (ö. 1073/1662) medresesinin başına geçirerek nesillerce devam edecek olan hadis tedris faaliyetini başlatmıştır. Bu faaliyet Nûrulhak Dihlevî’nin çocukları ve torunları tarafından devam ettirilmiş, bu nesildeki son büyük âlim Selamullah’ın (ö. 1229/1814) çocuklarından sonra son bulmuştur. Çalışmada yaklaşık 2 asır devam eden bu neslin faaliyetleri de incelenmiş ve bölgenin hadis ilmine yönelmesinde büyük katkıları olduğu tespit edilmiştir. Abdülhak Dihlevî Ma sebete bis’s-sünne ve Risâle der âdâb-ı libâs gibi müstakil hadis eserleri yanında, Mişkatü’l-Mesabih üzerine Eşi‘‘atü’l-lema‘ât ve Lema‘âtü’t-tenkîh adlı biri Farsça diğeri Arapça iki şerh kaleme almış, ayrıca Sifru’s-sa‘âde üzerine el-Tarîku’l-kavîm fî şerhi’s-Sırati’l-müstakîm’i yazarak hadis şerh literatürüne katkı sağlamıştır. Ayrıca Lema’ât’ın mukaddimesinde hadis usulü bilgileri vermesiyle de hadis usulünün bölgede yaygınlaşmasını sağlamıştır. Dihlevî eserlerinde Hanefi hadis anlayışını savunmuş, Lema‘âtü’t-tenkîh ve Fethu’r-Rahman fî isbâti Mezhebi’n-Nu’mân adlı eserleriyle de hadislerle Hanefi mezhebinin görüşlerini uzlaştırmaya gayret göstermiştir. Bunların yanında Kâdirî, Çiştî, Şâzelî ve Medyenî tarikatlarından icazet almıştır. Resmi görevlerden uzakta kalarak medresesinde bir uzlet hayatını tercih etmiştir. Kendi dönemine kadar çoğunluğu Kâdirî Sufilerin biyografilerinden oluşan Ahbâru’l-Ahyâr adlı biyografi eserini yazmıştır. Hayatında ve eserlerinde özellikle Kâdirîlik vurgusu ağır basmaktadır. Yaşadığı dönemde Ekber Şah’ın Din-i İlâhî anlayışıyla beraber ortaya çıkan dini ve itikâdî bozulmalara karşı mücadele vermiştir. Peygamber’in dindeki otoritesini ispatlayan ve Peygamber sevgisini aşılayan eserler yazarak Hz. Peygamber’in konumunu hafife alanlara karşı çıkmıştır. Abdülhak Dihlevî ve neslini ele alan bu çalışmada literatür taraması yöntemi kullanılmış, toplanan verilerden çeşitli çıkarımlarda bulunulmuştur. Abdülhak Muhaddis Dihlevî hadis ve tasavvuf başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin Hint Altkıtası’nda okutulup yaygınlaştırılması için kalıcı bir faaliyet başlattığı ve bu faaliyetlerin Şah Veliyyullah ve çocukları ile zirveye ulaştığı tespit edilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
20

Ünügür Tekin, Peyman. "Düşüncedeki Değişimi Hadis Şerhleri Üzerinden Okumak: Mahremiyet Algısındaki Değişim Örneği." Hitit İlahiyat Dergisi, November 12, 2024. https://doi.org/10.14395/hid.1525179.

Full text
Abstract:
Yüzyıllara ve geniş bir coğrafyaya yayılan hadis şerh faaliyetleri sonucu zengin bir literatür teşekkül etmiştir. İslam tarihinin yaklaşık bin yıllık dönemine şahitlik etmesi bakımından bu literatür, günümüz araştırmacısının çeşitli okumalar yapmasına imkân tanıyan zengin bir muhteva sunar. Hadis şerhlerinin tarihe tanıklığı iki yönlüdür: Onlar bir yandan içinde vücuda geldikleri dönem ve toplumu daha iyi anlamayı sağlayacak veriler sunarken bir yandan da tarih boyunca Müslümanların düşünce dünyasında meydana gelen dönüşüme dair fikir verirler. Düşünce dünyasındaki dönüşüme ışık tutmaları, hadis şerhlerinin kendilerinden önce yazılan şerhleri esas alarak, telifiyle alakalıdır. Şerhlerin söz konusu özelliğine dayanarak bu çalışmada, düşüncede meydana gelen dönüşümlerin hadis şerhleri üzerinden tespit edilebileceği savunulur. Bu tezin desteklenebilmesi için hadis şerhleri üzerinden izi sürülen kavram mahremiyettir. Makalede Müslümanların mahremiyet algısındaki dönüşümün, merkeze alınan bir rivayetin şerhleri üzerinden tespit edilmesi amaçlanmaktadır. Hadis şerhlerinin, tarihî verilerin elde edilebileceği zengin kaynaklar olduğu düşüncesinden hareket eden çalışmaların sayısı artmaktadır. Bu çalışmalarda temelde şerhin yazıldığı dönem/dönemlerde meydana gelen hadiselerin şerhlerdeki yansımaları tespit edilmeye çalışılır. Böylelikle hem tarihe yeni bir pencereden bakma hem de şerhlerin yaşanan gelişmelerden ne ölçüde etkilendiğini anlama imkânı doğar. Bu makalede merkeze alınan ise düşüncedeki dönüşümün şerhler üzerinden tespitidir. Zira hadis şerhleri hem düşüncede meydana gelen değişimi özümseyen ve yansıtan hem de bu değişimi sonraki dönemlere taşıyan kaynaklardır. Makalede düşüncedeki dönüşüm mahremiyet algısı üzerinden ortaya konmaya çalışılırken işe konuya uygun bir rivayetin seçimiyle başlanmış, yabancı kadın ve erkeklerin Hz. Peygamber zamanında abdest alırken bir arada bulunduğunun hikaye edildiği Abdullah b. Ömer (ö. 73/693) rivayetinde karar kılınmıştır. Sonraki aşamada rivayet tahrîc edilerek, onunla ilişkilendirilen rivayetler belirlenmiş ve hadis eserlerinde bunlara hangi bab başlığı altında yer verildiği tespit edilmiştir. Rivayetin hadis şerhlerinde nasıl ele alındığına geçmeden fıkıh ekollerince nasıl anlaşıldığı ve ne gibi hükümlere dayanak gösterildiği ortaya konmuştur. Bunun belirlenmesi, şarihlerin mezhebî aidiyetinin rivayetleri yorumlamada etkili olmasıyla alakalıdır. Arından rivayetlerin şerhlerdeki serüveni, 4-6. hicri asırlarda telif edilen fıkhi ağırlıklı şerhler ve klasik olarak adlandırılan dönemin (7-10. hicri asırlar) zengin içerikli şerhleri üzerinden incelenmiştir. Rivayetin anlaşılmasındaki değişim şerhlerden hareketle ortaya konarken bir yandan da bu değişimin tarihî ve düşünsel arka planına ışık tutulmaya çalışılmıştır. Çalışmanın temel bulgularından biri, hicri 7. asırdan itibaren hadisin yorumlarındaki mahremiyet vurgusunun belirgin bir şekilde artmasıdır. Hicri 4-6. asırlar arasında telif edilen fıkhi ağırlıklı şerhlerde rivayet, kadının kullandığı suyla abdest/gusül bağlamında ele alınır. Hicri 7. asır alimi Nevevî (ö. 676/1277) ile birlikte -aralarında incelediğimiz rivayetin de bulunduğu- kadınlar ve erkeklerin birlikte aynı kaptan abdestine dair rivayetlerin şerhinde önceki dönemlerde olmayan bir kırılma yaşanır: Nevevî söz konusu rivayetleri hicap emri öncesine hamleder. Bu yorumu geliştiren ve meşhur eden şarih ise İbn Hacer el-Askalânî’dir (ö. 852/1449). İbn Hacer’in yaşadığı hicri 9. asra kadar, bilhassa Hanefi şarihleri rivayetin içeriğinde mahremiyet açısından bir problem görmezken, çoğu Mâlikî ve Şâfiî şarihin eserinde yer yer buna dair bir hassasiyet hissedilse de rivayet doğrudan mahremiyetle ilişkilendirilmez. 9. asırdan sonra ise mezhebi fark etmeksizin hadis şarihleri ilgili rivayet(ler)i mahremiyetle ilişkilendirmiş, çoğu İbn Hacer’e atıfla hicap emri öncesine dair yorumu benimsemiştir. Kanaatimizce rivayetlerin şerhinde Nevevî ile mahremiyet vurgusunun belirginleşmesi, Memlükler döneminde kadınların toplum içindeki görünürlüklerinin artmasıyla yakından alakalıdır. Bölge halkının önceden alışkın olmadığı bu görünürlük yadırganmış, aralarında hadis şerhlerinin de bulunduğu dönemin eserlerine mahremiyete yönelik vurgunun artması şeklinde yansımıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
21

KAYA, Münir Yaşar. "Besmelenin Ayet Olması ile İlgili Tartışmalar ve Fıkhî Hükümlere Etkisi." Kocatepe İslami İlimler Dergisi, December 2, 2022. http://dx.doi.org/10.52637/kiid.1169889.

Full text
Abstract:
Arap dilinde menhut sözlere dair örnekler arasında gösterilen besmele, yüklemi bulunmayan cümleler kategorisindedir ve “بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ" şeklinde yerleşmiştir. Besmele, Hz. Peygamber’in (sas) tavsiyesi ve emri ile hayırlı sonuç umulan her işin başında okunması gereken bir cümledir. Besmele ile başlanılmayan işlerin ise hayırlı sonuçlar getirmeyeceği ayrıca belirtilir. Besmelenin fiili bulunmayan bir cümle olması sebebiyle herhangi bir işe başlamadan önce okunduğunda o işe uygun bir fiille başlanması ve o fiilin Allah’ın adıyla yapılması kastedilmiş olur. Besmeleye doğrudan Allah’ın ismi ile değil de “isim” kelimesi ile başlanmasının nedeni, Allah adına yapılan yeminler ile karışmaması içindir. Allah’ın (cc) isminden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatlarına vurgu yapılmasının amacı ise Allah’ın merhametine sığınmaktır. Böylece her işte O’nun rahmetinin tecellisi arzulanmış olacaktır. Besmelenin yapılan işlerin başında okunacağına dair ittifakın yanı sıra Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan Tevbe suresi dışındaki bütün surelerin baş kısmında da bulunması konusunda icma bulunmaktadır. Ayrıca Neml Suresi’nin içinde yazılı olan besmelenin ayet olduğu konusunda da ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak sure başlarında bulunan besmelenin Kur’ân-ı Kerîm içerisindeki müstakil bir ayet mi olduğu yoksa başlangıçta okunması amacıyla mı yazıldığı konusunda fukaha ihtilaf etmiştir. Buradan hareketle besmelenin kıraat sırasında Fâtiha’nın başında ya da sureler arasındaki geçişte okunmasının zorunlu olup olmadığı gibi meselelerde de fukahanın farklı kanaat benimsediği görülmektedir. Öte yandan besmelenin müstakil bir ayet olduğu kabul edilse bile her bir surenin kendi ayeti mi olduğu yoksa surelerden bağımsız sadece surelerin nerede başlayıp bittiğinin anlaşılması için mi yerleştirildiği konusunda ayrıca ihtilaf edilmiştir. Bu kapsamda Mâlikîler tarafından sure başlarındaki besmelenin müstakil bir ayet olmadığı kabul edilir. Her işin başında okunmasından hareketle sure başlarında okunmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’e yazıldığı benimsenmiştir. Bu nedenle namaz esnasında besmelenin kıraat içerisinden sayılmayacağı zikredilmektedir. Şâfiîlerin çoğunlukta olduğu fukaha ise sure başlarındaki her besmelenin ayrı birer ayet olduğunu ve surelerin ilk ayeti olarak sayılması gerektiğini kabul etmektedir. Bu sebeple namaz sırasında okunan Fâtiha’nın besmele olmadan okunması halinde farz hüküm yerine gelmeyecektir. İki ucu oluşturan bu görüşlerin arasını bulacak nitelikteki görüş ise Hanefî ve Hanbelî fukaha tarafından zikredilmektedir. Onlara göre sure başlarında yazılı bulunan besmele Kur’ân-ı Kerîm içerisinde yer alan müstakil bir ayettir. Ancak sure başlarında surelerin bir ayeti olarak değil surelerin arasını ayırmak için nazil olmuştur. Dolayısıyla ayet olması bakımından namaz kıraatinde okunabilirse de Fâtiha’ya ait bir ayet olmaması sebebiyle okunmaması Fâtiha’yı eksiltmez. Öte yandan cehrî ya da hafî olsun kıraat manası taşımadığı için tüm namazlarda hafî okunması gerekecektir. Besmele konusunda yaşanan teorik ihtilafın pratikteki bir başka yansıması ise hades-i ekber sahibinin besmeleyi okumasıdır. Buna göre Mâlikîler nazarında cünüp kimsenin besmele okuması mübah kabul edilirken, cumhura göre ayet olmasından hareketle bu kişinin besmeleyi de diğer ayetler gibi okuması haramdır. Bahsi geçen bu ihtilafta her mezhep görüşünün dayanak yaptığı bir delil ve usul kaidesi bulunmaktadır. Ek olarak zikredildiği üzere teoride besmelenin ayet olup olmaması konusunda var olan ihtilafın pratikte de birçok hükmi meselede yansımasının bulunduğu görülmektedir. Araştırma neticesinde besmeleye dair serdedilen bu görüşler arasından tercihte bulunmak değil, var olan tartışmanın sebeplerine ve sonuçlarına yönelik bir tespitte bulunabilmek amaçlanmaktadır. Yine mezhep usullerinin kullanılma biçimine de besmele örneği üzerinden temas etmek çalışmanın bir başka amacıdır. Mezheplerin dayandığı deliller arasında var olduğu düşünülen tearuzun ne şekilde giderilebileceği de çalışmaya ait çıktılardan birini oluşturmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
We offer discounts on all premium plans for authors whose works are included in thematic literature selections. Contact us to get a unique promo code!