To see the other types of publications on this topic, follow the link: Meşruiyet zemini.

Journal articles on the topic 'Meşruiyet zemini'

Create a spot-on reference in APA, MLA, Chicago, Harvard, and other styles

Select a source type:

Consult the top 42 journal articles for your research on the topic 'Meşruiyet zemini.'

Next to every source in the list of references, there is an 'Add to bibliography' button. Press on it, and we will generate automatically the bibliographic reference to the chosen work in the citation style you need: APA, MLA, Harvard, Chicago, Vancouver, etc.

You can also download the full text of the academic publication as pdf and read online its abstract whenever available in the metadata.

Browse journal articles on a wide variety of disciplines and organise your bibliography correctly.

1

Yalnız, Fatma. "Tefsirde Şiirle İstişhadın Meşruiyet Zemini: Hz. Peygamber’e İsnad Edilen Rivayet Özelinde." Cumhuriyet İlahiyat Dergisi 29, no. 1 (2025): 299–320. https://doi.org/10.18505/cuid.1626580.

Full text
Abstract:
Klasik dönemde özellikle ayetlerdeki garib kelimelerin açıklanması için şiirlere yaygın bir şekilde müracaat edilmiş, bu bağlamda ekseriyetle Abdullah b. Abbas’a referans verilmiştir. Akademik çalışmalarda İbn Abbas dışında başka bir sahabinin (Hz. Ömer’in ayetteki bir kelimenin manasını Huzeyl kabilesinden birinin şiirle istişhadı ile öğrendiğine dair rivayet dışında) veya Hz. Peygamber’in kendisinin tefsirde şiire müracaat ettiğine ilişkin atıflara rastlanmamaktadır. Oysa klasik eserler incelendiğinde İbn Abbas dışında Hz. Aişe’nin de tefsir ile lügatte bu yola başvurduğuna dair rivayetler mevcuttur. Söz konusu bulgular, şiirle istişhadın meşruiyet zemininin ne olduğu haklı sorusunu gündeme getirmektedir. Bu noktada Hz. Peygamber’den aktarılan rivayetler tetkik edildiğinde Tirmizi’nin Sünen’inde onun tefsirde şiirle istişhadına dair bir rivayete rastlanmaktadır. Bu rivayetin garip hadis olmasının, hadis usulünde zayıf hadis anlamındaki garip hadis manasına gelmediği tetkikler sonucunda anlaşılmıştır. Makalede Hz. Peygamber’in tefsirde uyguladığı istişhad yönteminin sahabe ve sonraki âlimler tarafından takip edilmesi ve şiirin kullanımlarında yöntemlerin çeşitlenmesi hakkındaki çerçevesinin tespitine dair bazı çıkarımlar yapılması hedeflenmiştir. Bu hedefler doğrultusunda makalede Abdullah b. Abbas ve sonrasındaki âlimlerin garib kelimeleri açıklarken şiirleri aktif olarak kullanmalarındaki meşruiyet zemini problemi temel alınmıştır. Buradan hareketle makalenin yapısına uygun bir şekilde nitel araştırma yönteminin fenomenoloji ve gömülü kuram desenlerine dayalı literatür taraması ve içerik analizi yöntemleri tercih edilmiştir. Bu çerçevede şiirle istişhadda meşruiyet fenomeni üzerinde durulmaktadır. Ayrıca sahabenin ayetle birlikte şiir kullanımına yer verilmekte, akabinde Hz. Peygamber’in tefsirde istişhad ettiği şiirin kullanımına dair gelenekteki veriler tespit edilmekte ve ulaşılan veriler tümevarım yöntemiyle toplandıktan sonra şematize edilmektedir. Ardından hem sahabi hem de sonraki dönem alimlerinin şiirle istişhad yönteminin Hz. Peygamber’in uygulamasıyla paralel olup olmadığı karşılaştırılmaktadır. Bu şekilde Hz. Peygamber’den meşruiyet alınıp alınmadığının izleri hem sahabe hem de sonraki dönemde sürülmektedir. İncelemeler sonucunda Abdullah b. Abbas ve Hz. Ömer'in tefsirde şiirle istişhad yönteminin Hz. Peygamber’in uygulamasıyla paralel olduğu açıkça görülmektedir. Buna ek olarak sahabe döneminde Hz. Aişe kanalıyla tefsirde şiirle istişhadın lügate da taşındığı fark edilmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in tefsir için gösterdiği şiirin sahabe sonrası dönemden itibaren kullanımları incelendiğinde ise şiirle istişhadın yine tefsir ve lügat alanlarında bulunduğu fark edilmiştir. Hem bu çerçeve hem de sahabenin uygulamaları, tefsirde şiirle istişhadda Hz. Peygamber’den meşruiyet alınarak şiir kullanım yelpazesinin genişletildiğine dair bir gösterge olarak tespit edilmiştir. Gerek Hz. Peygamber’in şiirle istişhad ettiği hadisin mevcudiyeti gerek sonraki dönemin Hz. Peygamber’in uyguladığı yöntemle birebir aynı uygulamaları izlemiş olması tefsirde şiirle istişhadın kökenlerine dair önemli ipuçları vermektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
2

KAYA, Münir Yaşar. "İslâm Aile Vakıflarının Mahiyeti ve Fıkhi Zemini: Meşruiyet Sorgulamalarına Eleştirel Bir Yaklaşım." Cumhuriyet İlahiyat Dergisi 25, no. 1 (2021): 311–30. http://dx.doi.org/10.18505/cuid.877866.

Full text
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
3

TOMAN, Zülfi. "MEŞRUİYET ZEMİNİ OLUŞTURMADA ARAÇSALLAŞTIRILMIŞ DÜŞMANLAŞTIRMANIN YAZILI BASIN ARACILIĞI İLE SUNUMU: PKK ÖRNEĞİ." International Journal of Disciplines In Economics and Administrative Sciences Studies (IDEAstudies) 6, no. 24 (2020): 885–900. http://dx.doi.org/10.26728/ideas.340.

Full text
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
4

Toka, Tanju. "İslam Hukuk Sisteminde Şerîat, Kanun ve Yasa (casag) Kavramlarının Etkileşim ve Dönüşümü." Gaziantep University Journal of Social Sciences 24, no. 2 (2025): 544–62. https://doi.org/10.21547/jss.1576010.

Full text
Abstract:
Bu çalışma, İslam hukuk sisteminde şerîat, kanun ve yasa (casag) kavramlarının etkileşimini ve dönüşümünü inceleyerek, din dışı yasa fikrinin İslam hukuk düşüncesinde yerleşik hâle gelme sürecini açıklamayı amaçlamaktadır. Bu amacın gerçekleştirilmesi için öncelikle bu kavramların etimolojik kökenleri karşılaştırmalı olarak analiz edilmiş, ardından tarihsel süreçteki dönüşümleri tartışılmıştır. Mezkûr kavramların İslam hukuk sistemindeki tarihsel gelişimini sistematik bir şekilde ortaya koyabilmek için ilk olarak şerîat, sonrasında kânun ve son olarak yasa (casag) kavramı incelenmiştir. İslam hukuk düşüncesinde şerîat, ilâhî kaynaktan gelen ve insan hayatının tüm alanlarını kapsayan temel otorite olarak konumlanmıştır. Ancak İslam dünyasının farklı kültürlerle etkileşimi, dinî kaynakların yanında yeni siyasi ve hukuki kaynakların doğmasına zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda Yunanca kökenli kânun kavramı, başlangıçta mali ve vergi konularıyla sınırlı kalsa da zamanla ahlaki, dinî, sosyal, siyasi ve ilmî prensipleri de kapsayacak şekilde genişlemiştir. Bu genişleme süreci, İslam hukuk sisteminin esnekliğini ve uyum kabiliyetini göstermesi bakımından önem arz etmektedir. 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali sonrasında şerîat ile Cengiz Han Yasası (casag) arasındaki etkileşim yeni bir boyut kazanmıştır. Yasa (casag), şerîat ile etkileşime girerek belli bir meşruiyet zemini kazanmış ve İslam dünyasında kökleşmeye başlamıştır. Bu süreç, İslam hukukunun ilahî kaynaklı şer‘î hükümler dışında, beşerî ve örfi unsurları da kapsayacak şekilde genişlemesine ve din dışı hukuki düzenlemelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan önemli unsurlardan birisi olmuştur.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
5

Boyalık, M. Taha. "Tefsirde Kesinlik Söyleminin Eleştirisi ve Tefsir-Tevil Ayırımının Yeniden Yapılandırılması." İslam Araştırmaları Dergisi, no. 53 (January 20, 2025): 117–54. https://doi.org/10.26570/isad.1539012.

Full text
Abstract:
Tefsir literatüründe tefsir-tevil ayırımı kesinlik-ihtimaliyet veya rivayet-dirayet ikilikleri üzerine bina edilmiştir. Ayırıma başvurarak reyle tefsir için bir meşruiyet zemini oluşturmayı hedefleyen İmam Mâtürîdî kesinlik-ihtimaliyet ikiliğini, sahabeden sonraki tefsir faaliyetini tasnif etmeyi hedefleyen âlimler ise rivayet-dirayet ikiliğini öne çıkarmışlardır. Söz konusu ikilikler çok yönlü tefsir faaliyetini açıklayabilecek bir kavramsal çerçeve oluşturmayı zorlaştırmıştır. Bu makalede Mâtürîdî ve sonrasındaki âlimlerin tefsir-tevil ayırımına dair açıklamaları özetlendikten sonra, tefsir faaliyetinin en genel tasnifini vermeyi hedefleyen bir ayırımda kesinlik-ihtimaliyet ve rivayet-dirayet ikiliklerinin belirleyici olmaktan çıkarılması gerektiği savunulmuş, ardından ayırım, tefsir olgularına açıklama getirebilecek şekilde yeniden yapılandırılmıştır. Tefsir ilminde işlevsel bir ayırıma ulaşmak için dilsel, tarihî ve bağlamsal zeminde dil-belagat ilimleri, rivayet ilimleri ve Kur’an ilimlerinin sunduğu somut verilere dayalı olarak gerçekleşen açıklama faaliyetinin -ihtimaliyet veya dirayet unsuru içermesine bakılmaksızın- tefsir olarak, dilsel seviyede açık olan veya tefsir kapsamında belirlenen anlamın ötesine geçerek yeni anlam ilişkileri kurma, anlam katmanları oluşturma ve gerektiğinde ibareleri tevil sistemlerini esas alarak yorumlamanın ise tevil olarak kategorize edilmesi gerektiği savunulmuştur. Bu yaklaşımda kesinlik, ihtimaliyet, rivayet ve dirayet kavramları tefsir-tevil ayırımı için kriter olmaktan çıkarılmış, belirlenen yeni kriterler çerçevesinde tefsir kategorisi belirgin hale getirilmiş ve tefsir ilmi kapsamındaki tevilin üç farklı biçimde tezahür ettiği öne sürülmüştür.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
6

Bedir, Nurdan Selay. "GENERAL AUGUSTO PINOCHET’NİN EL DIA DECISIVO İSİMLİ ESERİNE GÖRE BİR DARBENİN ANATOMİSİ VE ANALİZİ." Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 18, no. 3 (2025): 837–57. https://doi.org/10.25287/ohuiibf.1688729.

Full text
Abstract:
Bu çalışmada, darbeler coğrafyası olarak nitelendirilebilecek Latin Amerika’da öne çıkan darbelerden biri olan 1973 Şili Darbesi ele alınmaktadır. Bu darbenin, bizzat darbe lideri ve ülkeyi 17 yıl dikta rejimi altında yöneten Augusto Pinochet’nin perspektifinden –El Dia Decisivo isimli kitabı esas alınarak ve onun dilinden– analiz edilmesi amaçlanmaktadır. Literatürde darbelerin devrilen hükümetler ve mağdur edilenler açısından değerlendirilmeleri söz konusu olmakla beraber bu metin, genel olarak darbe failinin perspektifine özel olarak ise failin söyleminde inşa ettiği meşrulaştırıcı dil yapılarına odaklanmaktadır. Bu amaç doğrultusunda, Pinochet’nin kendini nasıl konumlandırdığı, söylem düzeyinde nasıl bir meşruiyet zemini kurduğu eleştirel söylem analizi yöntemiyle incelemektedir. Diğer bir deyişle, Pinochet’nin Marksizm’e yönelik eleştirilerinin ve görüşlerinin sebepleri, ülkeyi darbeye götüren koşulların ve Allende hükümetinin eksiklikleri ile aksaklıklarının ne olduğu, neden darbe yaptığı, başka yöntem olup olmadığı gibi sorulara Pinochet’nin verdiği yanıtlardan, yaşadığı olaylar ile deneyimlerinden ve öne sürdüğü gerekçelerden hareketle bir darbe anatomisi yapılması hedeflenmektedir. Bu doğrultuda çalışmada öncelikle Pinochet’nin Marksizm hakkındaki görüşleri, sonrasında Allende yönetimine ilişkin düşünceleri ve tutumu, son olarak ise kendi gerekçelendirmeleriyle birlikte Pinochet’nin dilinden darbe günü anlatılmaktadır. Pinochet’ye göre Marksist ideoloji, ekonomik kaos yaratmak, bireysel özgürlükleri baskılamak ve toplumsal yapıyı bozmak amacıyla hareket etmektedir. Bu bağlamda, çalışmada Şili’deki darbenin yalnızca bir siyasal iktidar değişimi değil, aynı zamanda ideolojik bir çatışmanın sonucu olduğu vurgulanmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
7

Seyhan, Ahmet Selman. "2023 Gazze Savaşının Türkiye’deki Gazetelerde Meşrulaştırılma Süreci." İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, no. 69 (March 18, 2025): 1–20. https://doi.org/10.47998/ikad.1497276.

Full text
Abstract:
Çalışmada, gazete haberlerinde kullanılan görsel ve metin unsurları aracılığı ile savaş meşruiyetinin sağlanması konusu ele alınmaktadır. Savaşlar beraberinde pek çok ölüm ve trajediyi de beraberinde getirdiği için kamuoyu nezdinde meşru bir zemine dayanması gerekmektedir. Kamuoyunun yönlendirilmesinde önemli bir vazife gören gazete haberleri bu meşruiyetin sağlanmasında işlevsel olmaktadır. Bu çerçevede 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas/Gazze ile İsrail arasında başlayan savaşın Türkiye’de yayınlanan Hürriyet, Yeni Şafak ve Sözcü gazetelerindeki haberlerde savaşın taraflarını meşrulaştırmak için kullanılan görsel ve metin unsurları incelenmiştir. Analiz için Kress ve van Leeuwen tarafından geliştirilen çok modlu eleştirel söylem analizi yöntemi kullanılmaktadır. Haberlerdeki görsel ve metin unsurlarının meşruiyet oluşturmada gördüğü işlevin doğru şekilde tespit edilebilmesi için bu yöntem tercih edilmiştir. Bulgular, görsel ve metin unsurlarının meşruiyet sağlamada önemli bir vazife gördüğünü ortaya koymaktadır. Ayrıca savaşın taraflarından Gazze halkı üç gazetede meşru olarak tasvir edilirken Hamas sadece Yeni Şafak gazetesinde meşru olarak yansıtılmıştır. İsrail ise savaşta uyguladığı politikalar sebebiyle üç gazete de gayrimeşru olarak ifade edilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
8

Tetik, Mustafa Onur. "Devlet Dışı Silahlı Aktörlerin Söylemsel İnşası: Amerikan Basınında YPG Örneği." Güvenlik Stratejileri Dergisi 21, no. 50 (2025): 1–23. https://doi.org/10.17752/guvenlikstrtj.1557851.

Full text
Abstract:
Devletler uluslararası sistem içerisinde muhtelif hedeflerine ulaşmak için silahlı devlet dışı aktörleri vekil olarak kullanmaktadırlar. Ancak bu örgütlerle girilen angajman devletlerle girilen ilişkiler gibi uluslararası normların sağladığı meşruiyet zeminine sahip olmayabilmektedir. Bu noktada devletlerin bu dış politika eylemlerini kendi toplumlarının muhayyilesinde ve uluslararası kamuoyu nezdinde kabul edilebilir kılmak için bu örgütleri de söylemleri içerisinden meşru özne olarak inşa etmeleri gerekebilir. Bu makale, ABD’nin Suriye’de desteklediği ve bir vekil güç olarak kullandığı PYD/YPG’nin Amerika basınındaki hegemonik söylemler içerisinde nasıl meşru biz özne olarak inşa edildiğini New York Times (NYT) gazetesinin 2014-2023 yılları arasındaki konu ile ilintili çevrimiçi arşivini inceleyerek ortaya koymaktadır. Bu gerçekleştirilirken Ruth Wodak’ın söylem-tarihsel yaklaşımından hareketle metinler içerisindeki özneleştirme faaliyetinde istifade edilen söylemsel stratejiler ve dilsel araçlar tespit edilmiş ve bu çerçeve üzerinden metinler söylem analizine tabi tutulmuştur. Elde edilen söylemsel verilere göre New York Times (NYT), PYD/YPG’ye çoğunlukla “Kürtler” olarak atıf yaparak temsili bir meşruiyet sağlamıştır. Bunun yanı sıra, ülkesel işaretleme, meşru bir silahlı güç olarak tanımlama, idari kapasite, maduniyet, ahlakilik ve ilkesellik atfetme gibi stratejiler kullanarak müttefiki Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı bu yapı ile ABD’nin ilişki kurmasını uluslararası normların hilafına da olsa meşru bir zemine taşımıştır. Bu çalışma genellikle ulus-devletler ve onların kimlikleri için başvurulan tekniklerin devlet dışı aktörlere de nasıl uygulanabileceğinin bir örneğini vermektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
9

Kavut, Ahmet, and Tevhit Ayengin. "Menkul Varlıklar Bağlamında Para Vakıflarının Fıkhî Meşruiyeti." İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, no. 45 (June 30, 2025): 591–621. https://doi.org/10.59777/ihad.1613180.

Full text
Abstract:
Bu çalışma, para vakıflarının Hanefî fıkhı içindeki meşruiyet temellerini ve Osmanlı dönemi uygulamalarındaki kurumsal gelişimini incelemektedir. Çalışmanın temel amacı, erken döneme isnat edilen ancak ilk dönem klasik kaynaklarda doğrudan yer almayan Züfer b. Hüzeyl’e atfedilen “nakit vakfedilebilir” fetvasının literatürdeki dolaşımını izlemek ve menkul vakıfların meşruiyetini örf, kıyas ve nas ekseninde yeniden değerlendirmektir. Çalışma, tarihsel-fıkhî yöntemle yürütülmüş; Hanefî mezhebine ait klasik metinler kronolojik olarak taranmış ve Osmanlı âlimleri arasındaki tartışmalar (Çivizâde, Ebussuûd, Sofyalı Bâlî, Birgivî) karşılaştırmalı biçimde analiz edilmiştir. Bulgular, para vakıflarına dair açık cevazın ancak hicrî 9. yüzyıldan itibaren İbnü’l-Hümâm ile sistematikleştiğini; Ebussuûd Efendi’nin örf ve maslahat temelli yaklaşımla bu müesseseyi savunduğunu, buna karşılık Çivizâde’nin ribâ riski ve ebediyet şartı gerekçesiyle şiddetli muhalefet geliştirdiğini ortaya koymaktadır. Birgivî ise para vakıflarının işletme modellerinin muâmele-i şerʻiyye kisvesi altında ribâya kapı aralayabileceği yönünde ciddi etik eleştiriler yöneltmiştir. Makale, klasik fıkıhta menkul malların vakfı konusundaki içtihat farklılıklarını bağlayıcılık, mülkiyet devri ve ebediyet ilkeleri üzerinden sistematik bir şekilde ele almış; bu bağlamda örf ve teamülün şerʿî hüküm üretimindeki rolünü de tartışmıştır. Modern finansal uygulamalar dışarıda bırakılarak yalnızca klasik fıkhî zemin esas alınmış; menkul vakıf kavramı tarihî sürekliliği içinde değerlendirilmiştir. Günümüzde kurulacak bir para vakfının modern dünyada meşruiyetini sürdürebilmesi için vakfedenin vakıf malını fiilen mülkiyetinden çıkarması, ebediyet vurgusu taşıyan vakıf senedi düzenlemesi, faizsiz finansal araçlar kullanımı ve işlemlerin kamu yararına hizmet eden kurumsal yapılar eliyle yürütülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle çalışma hem literatürdeki tarihî boşluğu doldurmakta hem de gelecekte kurulacak muhtemel para vakıflarının İslâm hukukuna uygun, ribâdan arındırılmış, şeffaf ve sürdürülebilir bir yapıda nasıl inşa edilebileceğine dair kuramsal bir çerçeve önermektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
10

Atıcı Arayancan, Ayşe. "Safeviler-Müşa’şaşa Çatışması: Siyasi, Mezhep ve Sosyal Dönüşümler Üzerine Bir Analiz." ALEVİLİK–BEKTAŞİLİK ARAŞTIRMALARI DERGİSİ, no. 30 (December 27, 2024): 92–115. https://doi.org/10.24082/2024.abked.473.

Full text
Abstract:
14.-15. yüzyıllarda ortaya çıkan Şiî hareketler, bölgedeki politik, sosyal ve dini yapıları şekillendiren önemli dinamiklerdi. Hurufîlik, Müşa’şalar, Ehl-i Haklar ve Safevîler gibi gruplar, sadece mezhepsel değerleri değil, aynı zamanda siyasal otoriteleri sorgulayan bir yaklaşım geliştirdiler. Bu hareketlerden Safevîler, özellikle Şah İsmail’in 1501 yılında iktidara gelmesinden sonra uyguladığı politikada devletin resmi mezhebi olarak İsnâaşeriyye’yi benimseyip, dini kimlik inşası ve toplumsal destek sağlama üzerine odaklandı. Bu süreç farklı mezheplerin ve etnik kimliklerin çatışmasına zemin hazırladı, bölgedeki dini ve siyasi dönüşümlerin temel taşlarını oluşturdu. Bu çatışma sürecinde Safevîler ve Müşa’şalar siyasi, sosyal ve kültürel koşullar bağlamında oluşan ve bu koşulların etkisiyle değişim ve dönüşüm geçiren hareketler oldu. Müşa’şalar ve Safevîler arasındaki rekabet, her iki grubun meşruiyet arayışlarını ve doktrin söylemlerini keskinleştirdi. Safevîler bölgenin genelinde iktidarı ele geçirirken Müşa’şalar Huveyze ve Irak-ı Arab gibi yerlerde halk arasında etkin propaganda yaparak kendi meşruiyetlerini sağlamaya çalıştılar. Sonuç olarak, bu dinamikler mezhepsel farklılıkların daha belirgin hale gelmesine ve siyasi etkileşimlerin artmasına yol açtı. Bu makalede, Safevîler ve Müşa’şaların karşılaştırılması yapılırken birkaç temel nokta üzerinden değerlendirilmeler yapılmaya çalışılacaktır. Bunlardan bir tanesi Safevî liderlerinin dini otoriteyi nasıl tesis ettikleri, ideolojik temelleri, İsnâaşerriyye Şiîliğini kabul ettirmek için yapılan uygulamalar, siyasi ittifak kurma becerileri ve destekçi kitleleri üzerinde durulurken; Müşa’şaşaların Safevî yükselişine karşı ne tür tepkiler geliştirdiklerini ve bu tepkilerin hangi dinamikler üzerinden şekillendiği, kendi propaganda stratejilerini ve toplumsal desteği nasıl elde etmeye çalıştıkları analiz edilmeye çalışılacaktır. Safevîler ve Müşa’şaşaların propaganda ve meşruiyet arayışlarının karşılaştırılması yapılırken Safevîlerin otoriteyi ele geçirme süreci ve Müşa’şaşaların buna karşı geliştirdikleri politikalar, dönemin dinî ve siyasi dinamiklerini ortaya konulmaya çalışılacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
11

Doğan, İrfan, İbrahim Yıldız, and Lokman Doğan. "BLOCKHAIN TEKNOLOJİSİ VE KRİPTO VARLIKLARIN İSLAM FIKHINDAKİ YERİ." Finans Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 10, no. 1 (2025): 173–90. https://doi.org/10.29106/fesa.1656028.

Full text
Abstract:
Blokzincir teknolojisi ve kripto paralar, günümüz dünyası finansal ekosisteminde giderek daha fazla önem kazanan unsurlardır. Blokzincir, dağıtık defter teknolojisi olarak tanımlanmakta olup, güvenli, şeffaf ve değiştirilemez bir veri yapısı sunarak merkezi otorite ihtiyacını ortadan kaldırmaktadır. Bu teknoloji sayesinde Bitcoin, Ethereum, Ripple ve Litecoin gibi dijital varlıklar, ekonomik faaliyetlerde alternatif bir araç olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Söz konusu teknoloji, toplumlarda hızla bir farkındalık oluşturmuş ve yatırım aracı olarak kabul edilmesi çabuklaşmıştır. Ancak bu yeni nesil finansal araçların İslam fıkhındaki konumu ve meşruiyeti üzerine ciddi tartışmalar söz konusu olmaktadır. Hızlı finansal etkileşimler, Müslüman yatırımcıların da dikkatini çekmiş; dolayısıyla kripto paraların meşruiyeti hususunda çeşitli tartışmalar gündeme gelmiştir. İslami finans prensipleri, riba (faiz), gharar (belirsizlik) ve maysir (şans oyunu) gibi unsurları yasaklamakta, bu nedenle kripto paraların doğası ve işleyişi üzerine ayrıntılı bir inceleme yapılması gerekmektedir. Bu çalışmanın ana amacı, bu belirsizlikleri ele alarak kripto para teknolojisini derinleme şeklinde olmasada genel hatlarıyla açıklamak ve İslami finans perspektifinden meşru bir araç olup olmadığını irdelemektir. Araştırma, söz konusu teknolojinin bazı İslami otoriteler ve bazı İslam alimlerinin görüşlerini inceleyip analiz etmeyi amaçlamaktadır. Blokzincir teknolojisi ve kripto paraların İslam fıkhındaki yeri, geniş bir literatüre ve tartışmaya tabi olan karmaşık bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan inceleme ve araştırmalar sonucunda, bu kuruluşların ve uzmanların büyük ölçüde kripto para teknolojisine yönelik ciddi itirazları olduğu ve bu itirazlar giderilmediği sürece, İslami olarak meşru bir finansal enstrüman olarak görülemeyeceği sonucuna ulaşılmıştır. Çoğunluk görüşünü yansıtan bu yaklaşımın yanında, kripto paraların meşru olması gerektiğini savunan önemli sayıda da alim bulunmaktadır. Bu alandaki görüşlerin çeşitliliği dolayısıyla kripto para konusunun, Müslüman toplumlar arasında helal olup olmadığıyla ilgili tartışmaları bir süre daha sürdüreceği ve yeni söylemlere zemin hazırlayacağı öngörülmektedir. Ayrıca ilgili konudaki fetva, görüş vb. Müslüman yatırımcıların karar alma süreçlerinde önemli bir etken olmakla birlikte gelecekte bu konudaki çalışmaların artacağı öngörülmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
12

Koçer, Burak. "ERKEN CUMHURİYET’TE SEMBOLİK İNŞA: KÜLTÜR, KİMLİK VE TÜRK HALK MÜZİĞİ." Yegah Müzikoloji Dergisi 8, no. 2 (2025): 643–66. https://doi.org/10.51576/ymd.1666646.

Full text
Abstract:
ÖZ Erken Cumhuriyet Dönemi’nde kültür ve sembol arasındaki ilişki, ulusal kimlik inşası bağlamında Türk halk müziğinin stratejik önemini gözler önüne serer. Kuramsal düzeyde White, Sapir ve Gerbner gibi isimlerin vurguladığı üzere, kültür büyük ölçüde paylaşılan sembollerin bir bütünüdür ve toplumun ortak hafızasını, değerlerini ve kimliğini sürekli yeniden üretir. Bu çerçevede, Osmanlı’nın son yıllarında Avrupa’dan esinlenen folklor çalışmaları Türkiye’de de aydınlar arasında ilgi toplamış; “halk”ın kültürel mirasının “milli kültürün kök kaynağı” olarak benimsenmesine zemin hazırlamıştır. Çalışmada literatür taraması ile elde edilen veriler aracılığıyla anlaşıldığı üzere Erken Cumhuriyet kadroları, ulusal kimliği güçlendirmek amacıyla halk müziğini devlet destekli politikalarla merkezî bir konuma yerleştirmiş, radyo yayınları, Halkevleri ve konservatuvarlar aracılığıyla sistemli derleme ve yaygınlaştırma girişimleri başlatmıştır. “Yurttan Sesler” korosu, bu sürecin sembolik doruk noktalarından biri olarak, halk türküleri üzerinde seçici müdahalelerin yapıldığı ve türkü sözlerinin “milli ruha” uygun biçimde yeniden düzenlendiği bir model işlevi görmüştür. Bağlama gibi geleneksel çalgılar, modernleşme rüzgârlarına rağmen “milli ses” arayışı doğrultusunda yeniden sahnede yerini almıştır. Bu “seçici geleneğin icadı” sayesinde halk müziği, yalnızca estetik veya folklorik bir unsur olmaktan çıkıp siyasal meşruiyeti, kolektif hafızayı ve toplumsal aidiyeti besleyen güçlü bir sembole dönüşmüştür. Böylece Erken Cumhuriyet’in modern ulus-devlet inşası sürecinde, halk müziği aracılığıyla kültürel sembollerin nasıl etkin kullanıldığı açıkça görülmekte; günümüzde de halk müziğinin kimlik, kültür ve gelenek tartışmalarındaki merkezi konumu devam etmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
13

PINAR, Hayrettin. "GİRİT İSYANI’NDA YUNAN GÖNÜLLÜLER (1866-1869." Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi 10, no. 31 (2022): 364–79. http://dx.doi.org/10.33692/avrasyad.1131701.

Full text
Abstract:
Mora’da başlayan isyan ile bağımsız Yunanistan’ın kuruluşuna giden kapılar ardına kadar açılmıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya’nın ittifak halinde 1827 yılında gerçekleştirdikleri Navarin Baskını ile Yunanistan’ın fiilen bağımsız bir devlet haline getirildiği tüm dünyaya ilân edilmiştir. Yeni devlet kurulduğu andan başlayarak hem içerideki dinamiklerden hem de kurucularına duyduğu minnetten kaynaklanan bir mecburiyet ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu mecburiyetin doğal sonucu olarak genç Yunan Krallığı’nın kurucu siyasî aktörleri, geniş Osmanlı coğrafyasında yaşayan soydaşları ile birleşme hayalini devletin meşruiyeti ile eşanlamlı hale getirmişlerdir. Bu hayal vazgeçilmez bir hedef haline getirilerek Megali Idea biçiminde tarif edilmiş ve 19.yüzyıl boyunca Osmanlı topraklarında sık sık test edilmeye çalışılmıştır. Girit, bu zorunlu ve yayılmacı politikanın sahneye konulduğu en önemli Osmanlı topraklarından biri olmuştur. Nitekim 1866 yılının bahar aylarında Girit bir defa daha isyana teslim olunca Yunanistan, adanın Osmanlı Devleti’nden koparılarak Atina ile birleşmesi amacıyla hayli ciddî bir çaba içine girmiştir. İsyanın başladığı ilk günlerden itibaren bizzat devlet tarafından hem sivil hem de askerî unsurlardan gönüllü birlikleri oluşturularak Girit’e gönderilmiştir. Bu organizasyonda görev almaya hevesli pek çok isim devlet tarafından teşvik edilmiş ve Yunanistan, açıkça haydutluk anlamına gelen bu faaliyetine neredeyse hiçbir endişe duymadan yaklaşık üç yıl boyunca devam etmiştir. Mora ve diğer Yunan topraklarından hem gönüllü/çete liderleri hem de devlet tarafından toplanan gönüllülerin Girit’e gönderilmesindeki ana hedef, Osmanlı Devleti’ni askerî olarak yenilgiye uğratmaktan daha çok isyanın uzaması ve büyük devletlerin müdahalesini sağlamaktan ibarettir. İsyanın ilk günlerinden itibaren Fransa ve Rusya’nın sunduğu destek, Yunanistan’ın, Avrupa müdahalesi hakkındaki arzusunun makul bir zemine dayandığını göstermektedir. Ancak Bâbıâli’nin takip ettiği kararlı politika ve diplomasinin yanı sıra Fransa ve Rusya’nın aksine İngiltere’nin, Osmanlı ile aynı perdede karar kılması, Atina’nın mukadder mağlubiyeti ile sonuçlanmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
14

Gümüştekin, İslim. "Zahid-Sûfî Ayrımı: İbnü’l-Cevzî’nin Ebû Nuaym’a Yönelttiği Eleştiri Özelinde Bir Değerlendirme." Uludağ İlahiyat Dergisi 34, no. 1 (2025): 211–32. https://doi.org/10.51447/uluid.1638110.

Full text
Abstract:
Tasavvuf tabakât literatüründe biyografisine yer verilen sûfîlerin isimleri hakkında genel bir mutabakat söz konusudur. Bununla birlikte literatüre kaynaklık eden isimlerin başlangıcı hususunda sûfî-müellifler arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Ebû Nuaym’ın (öl. 430/1038) Ḥilyetü’l-evliyâ’sı, sûfîliğin kökenini sahâbe nesline kadar dayandırır ve onları bu literatürün kurucu isimleri olarak konumlandırır. İbnü’l-Cevzî (öl. 597/1201) Ṣıfatü’ṣ-ṣafve’sinde, Ebû Nuaym’ı bazı tercihlerinden dolayı eleştirir. Bunlar arasında en dikkat çekeni, bu çalışmaya konu edindiğimiz zahid ve sûfî tipolojileri arasında herhangi bir ayrımı gözetmeksizin her iki grubu tasavvuf ekseninde değerlendirmesidir. Esasen bu zahid-sûfî ayrımı sorunsalı, hem İbnü’l-Cevzî’nin tasavvufa bakışını hem de Ebû Nuaym’ın ilgili anlatımının gerekçelerini takip edebileceğimiz bir çerçeveye sahiptir. Bu doğrultuda cevap aradığımız soru, Ebû Nuaym’ın neden zahid ve sûfîler arasında ayrım yapmaksızın kapsamlı bir evliya tasnifi oluşturduğu ile İbnü’l-Cevzî’nin bu yaklaşıma yönelttiği eleştirilerin hangi temel fikir ayrışmasına dayandığıdır. Çalışmamızda, Ebû Nuaym’ın tasavvufu daha kapsayıcı sunan tasnifi ile İbnü’l-Cevzî’nin zühdü merkeze alarak sûfîliği sorguladığı tutumu, metinler arası karşılaştırmayla analiz edilmiştir. Bu analiz Ebû Nuaym’ın tasnifinin, sahâbeden itibaren çeşitli formlarda tezahür eden velayet tipolojilerini, tasavvuf başlığı altında bütünleştiren kuşatıcı bir model sunduğunu göstermektedir. Diğer taraftan İbnü’l-Cevzî’nin zühdü saf ve doğru dindarlık modeli, sûfîliği ise bidat ve yozlaşma unsuru olarak konumlandırdığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla İbnü’l-Cevzî’nin tutumu, Sünnî paradigma içerisinde tasavvufla ilgili oluşan uzlaşıyı sorgulayan ve Hanbelî gelenek içinden yükselerek selefî duyarlılıklarla mevcut dengelere eleştiri getiren bir tavrı yansıtır. Sonuç itibariyle zahid-sûfî ayrımına yönelik eleştirinin yalnızca kavramsal bir tartışmadan ibaret olmadığı; Hanbelî mirasın sûfî kimliğine yönelik bir direnç taşıdığı ve tasavvufun Sünnî söylemdeki meşruiyet zeminini yeniden tartışmaya açtığı bir girişim olarak değerlendirilmelidir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
15

Aktay, Kadriye. "TBMM'de Doğrudan Denetleme Yöntemleri ve Siyasi İstikrarın İnşası (1961-1971)." Turkish Academic Research Review - Türk Akademik Araştırmalar Dergisi [TARR] 10, no. 2 (2025): 485–95. https://doi.org/10.30622/tarr.1696847.

Full text
Abstract:
Bu çalışma, 1961-1971 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisinde uygulanan doğrudan denetim mekanizmalarını kapsamlı bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. 1961-1971 yılları Türkiye’de çok partili hayatın önem kazandığı ve geliştiği, iktidar ve muhalefet partilerinin etkilerinin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı bir dönemdir. 1961-1971 yılları gerek Parlamento içi gerekse Parlamento dışı iktidar-muhalefet ilişkilerinin incelenmesi açısından önemli bir tarih aralığıdır. Araştırma, bu dönemde yasama organının yürütme üzerindeki denetimini sağlamak üzere kullandığı araçların işleyişini, hukuki altyapısını ve uygulamadaki etkilerini çok boyutlu olarak ele almaktadır. Soru önergesi, genel görüşme, Meclis araştırması, Meclis soruşturması ve gensoru gibi doğrudan denetim yollarının hangi sıklıkla ve nasıl kullanıldığı detaylı biçimde analiz edilmiştir. Bu araçların parlamenter sistemin işlerliği, yasama organının etkinliği ve demokratik denetim süreçleri açısından taşıdığı önem vurgulanmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisinde doğrudan denetleme yöntemleri incelenirken “Meclis” kavramına değinilmiştir. Meclisin ortaya çıkışı ve gelişmesi bağlamında Tanzimat Dönemi’nden 1961’e kadar tarihsel süreç incelenmiştir. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Türkiye’deki demokratikleşme süreci, iktidar ve muhalefetin ortaya çıkışı ve gelişimi vurgulanmıştır. Bu bağlamda, Meclis Başkanı seçimi, Meclis Başkanlık Divanının oluşturulması da ele alınmıştır. Türkiye’deki siyasi partilerin ortaya çıkışı Tanzimat Dönemi’nden itibaren incelenmiş, demokratikleşme sürecine katkıları analiz edilmiştir. Farklı görüşlerden siyasi partilerin varlığı Mecliste de yasama ve denetim faaliyetlerini etkilemiş, iktidar ve muhalefet partilerinin faaliyetlerini olumlu anlamda geliştirmiş ve günümüzdeki siyasi yapının ve teamüllerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye'de daha çoğulcu ve katılımcı bir siyasi yapı ortaya çıkmış, bu da TBMM'de muhalefet partilerinin denetim faaliyetlerine daha aktif biçimde katılmasına zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda, söz konusu denetim yolları sadece teknik araçlar olarak değil, aynı zamanda dönemin siyasi ikliminde muhalefet ve iktidar ilişkilerini şekillendiren etkili unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Çalışmada ayrıca, koalisyon hükûmetlerinin yapısı, partiler arası ilişkiler ve iç tüzük düzenlemelerinin denetim süreçlerine katkısı da tartışılmıştır. TBMM İç Tüzüğü’nün Anayasa’da öngörülen denetim yetkilerini somutlaştıran ve işlerlik kazandıran bir düzenleyici metin olarak nasıl işlev gördüğü ortaya konulmuştur. Denetim mekanizmalarının değerlendirilmesinde yalnızca anayasal ve yasal düzenlemeler değil, aynı zamanda dönemin siyasal atmosferi ve Meclis içi güç dengeleri de dikkate alınmıştır. Söz konusu araçların sadece teknik ve prosedürel düzenlemeler değil, aynı zamanda siyasal mücadele ve muhalefet stratejileri açısından da önemli işlevler üstlendikleri ortaya konulmuştur. 1961 sonrası dönemde TBMM’de temsil edilen farklı ideolojik ve siyasal eğilimlerin çoğalması muhalefet partilerinin denetim yollarına daha aktif biçimde katılmasına zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda, doğrudan denetim yolları iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkileri biçimlendiren, gündem oluşturan ve demokratik meşruiyet mücadelesine sahne olan alanlar hâline gelmiştir. Çalışma sonucunda elde edilen bulgular doğrudan denetim yollarının dönemin demokratikleşme sürecine katkı sunduğunu, yasama ve yürütme arasındaki dengeyi korumada önemli bir rol oynadığını ve parlamenter sistemin güçlenmesine katkı sağladığını göstermektedir. 1960’lı yılların siyasal atmosferi içinde bu mekanizmalar sadece yürütmeyi denetleme araçları değil, aynı zamanda demokratik siyasal kültürün gelişimine katkı sağlayan kurumsal unsurlar olarak öne çıkmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
16

GÜLER, Mehmet Nuri. "İslamî Bankacılığın Merkez Bankalarının Zorunlu Karşılık Uygulaması İle Faize Bulaşması." İslami İlimler Dergisi 16, no. 2 (2021): 55–87. http://dx.doi.org/10.34082/islamiilimler.1025736.

Full text
Abstract:
Makalenin zeminini, kapitalist toplumların toplum dışı piyasa ekonomilerindeki Bankalar ile bankaların bankası olan Merkez Bankası oluşturmaktadır. Bankalar, “para ticareti” yapmakta ve kârı, kredi müşterisinden aldığı faiz ile mudisine ödediği faiz arasındaki fark olarak gerçekleşmektedir. Merkez Bankası, “fiyat istikrarı”nı sağlamayı temel amaç edinmiştir. Ülkenin amaçladığı toplam hâsıla, fiyatlar ve enflasyon hedeflerine ulaşması için çalışmaktadır. Bankalar, Türkiye’de 19/10/2005 kabul tarihli ve 5411 kanun numaralı Bankacılık Kanunu ile, Merkez Bankası da, 14/1/1970 kabul tarih ve 1211 kanun numaralı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu ile düzenlenmiştir. Merkez Bankası, temel amacına ulaşmak için para politikası araçlarından biri olan “zorunlu karşılıklar”ı uygulamaktadır. Zorunlu Karşılıklar Uygulaması ise, Türkiye’de Merkez Bankası Kanunu’nun 2013/15 sayılı Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ (Tebliğ)’ine göre yapılmaktadır.
 İslâmî Bankacılık ile ilgili, telifler, tercümeler, makaleler, yüksek lisans ve doktora çalışmaları bulunmaktadır; ancak bunlar, mikroekonomi analizlerinden olup, makroekonomi analizler değildirler. Bu yüzden, İslâmî Bankacılığın banka sistemi içerisinde makroekonomi analizine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak için makalenin araştırma konusu, “İslâmî Bankacılığın Merkez Bankalarının Zorunlu Karşılık Uygulaması ile Faize Bulaşması” olmuştur. 
 Buna göre, araştırmanın amacı, İslâmî Bankacılığın Merkez Bankaları ile ilişkisinin makroekonomi analizini yapıp İslâmî Bankacılığın faize bulaşıp bulaşmadığını belirlemek olmaktadır.
 İslâmî Bankacılık, Mikroekonomi işleyişe göre İslâm Hukuku’na ters düşmemekle beraber, İslâmî Bankacılığın banka sisteminde Makroekonomi işleyişinde İslâm Hukuku’na göre faize bulaştığı görülmekte ve böylece İslâm Hukuku’na ters düşmektedir. 
 Makalenin önemi, İslâmî Bankacılığın İslâm Hukuku’na göre faize bulaşmışlığını ortaya koyma girişimi olmaktadır. Bunun neticesinde Müslümanlar, İslâmî Bankacılığın meşru olup olmadığı görüşlerini bina edecekleri bir temele kavuşacaklardır. Böylece, İslâmî Bankaya para yatıran kimseler makroekonomi düzeyde sistemin nasıl işlediğini bilebilecekler ve meşruiyet sorunu için verilen farklı fetvaları değerlendirilebilecektir.
 Araştırmanın yöntemi “tarama metodu” ile “analitik (çözümsel) metod” olup, araştırmanın anahatları ise, bir Giriş ve dört kısımdan meydana gelmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
17

Uygun, Azize. "Hıristiyan Kilise Tarihinde Simoni Uygulamaları." BEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi 12, no. 1 (2025): 69–94. https://doi.org/10.33460/beuifd.1643200.

Full text
Abstract:
Dini makamların/yetkilerin para veya maddi menfaat karşılığında satılabilir veya satın alınabilir olduğunu ifade eden simoni (İng. simony) kavramı, Hıristiyanlık tarihinde önemli bir tartışma konusu olmuş ve Kilisenin içsel yapıları ile dış ilişkilerinde derin izler bırakmıştır. Terim, Latince “Simon” kelimesinden türetilmiş olup, adını Yeni Ahit’te yer alan “Elçilerin İşleri” kitabında bahsedilen Simon Magus’tan almıştır. Simon Magus, İsa’nın öğrencileriyle aynı yeteneklere sahip olma arzusuyla Petrus’tan manevi güç satın almaya çalışmasıyla bilinir. Simoni uygulamaları, erken Hıristiyanlık döneminden itibaren ortaya çıkmış ve varlığını sürdürmüştür. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde ortaya çıkmış olmakla birlikte, başlangıçta ruhani makamlar aracılığıyla maddi kazanç sağlama imkanı sınırlı olduğundan simoni, Kilise içerisinde yaygınlık kazanmamış, hatta nadiren karşılaşılan bir durum olarak değerlendirilmiştir. Ancak tarihsel süreç incelendiğinde, Kilisenin ekonomik olarak zenginleşmesi ve toplumsal itibarının artmasıyla birlikte simoni uygulamalarının da yaygınlık kazanmaya başladığı görülmektedir. Başlangıçta ciddi bir sorun olarak algılanmayan bu uygulama, zamanla artan görünürlüğü ve etkisiyle Kilise için rahatsızlık verici bir mesele haline gelmiş ve ciddi bir kurumsal problem olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Özellikle Orta Çağ Avrupa’sında simoni uygulaması, Hıristiyanlık tarihinde dini otoritenin meşruiyetini sarsan en önemli sorunlardan biri olmuştur. Bu durum, Kilise otoritesine duyulan güveni zedeleyerek Reform hareketlerine zemin hazırlamış ve Hıristiyan dünyasında ayrışmalara neden olmuş, simoninin önlenmesi amacıyla tertip edilen konsiller, Papalık Fermanları ve Reform hareketleriyle sorunun önüne geçilmeye çalışılmıştır. Kiliseyi tedbir almaya sürükleyen başlıca sorunlardan biri de Kilisenin en önemli makamı olan Papalık için yapılan seçimlerde simoni ve siyasi müdahalelerin bulunmasıdır. Simoni için alınan paralar ve hediyeler, makamın prestijine ve ekonomik gücüne bağlı olarak büyük farklılık göstermiştir. Bu dönemde Papalık gibi yüksek rütbeli görevler için yüklü miktarlar ödenmiş, bunun yanında Kilise içindeki daha alt düzey memuriyetler için dahi belirli bir maddi karşılık talep edilmiştir. Harcanan paranın yanında mücevherler, kıymetli eşyalar, köşkler, saraylar ve geniş araziler de simoninin bir parçası haline gelmiştir. Katolik inancında, Papanın, inanç ve ahlak konularında “ex cathedra” ifadesiyle yaptığı açıklamalarda yanılmaz kabul edilmesi ve Kutsal Ruh’un rehberliğiyle seçildiğine inanılması, simoni yoluyla seçilen bir papanın dini otoritesinin yalnızca etik ve ahlaki açılardan değil, aynı zamanda ilahi meşruiyet açısından da sorgulanmasına neden olmuştur. Simoninin tarihsel kökenlerini ve Kilise tarihindeki sürecini anlamak ve Papalık kurumu üzerindeki etkilerini değerlendirmek, Hıristiyan tarihi açısından önem arz etmektedir. Bu çalışmada öncelikle, simoni kavramının ortaya çıkışına zemin hazırlayan tarihsel arka plan ve bu kavramın İncillerdeki dayanakları incelenmiştir. Sonrasında, Orta Çağ’da yaygınlık kazanan simoni uygulamaları ve bu bağlamda ödenen meblağlar, verilen hediyeler tarihi örneklerle ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ruhani makamların maddi değer üzerinden alınıp satılmasının hem yerel Kilise ekonomilerine hem de papalık otoritesinin mali politikalarına etkileri örnek olaylar üzerinden değerlendirilmiştir. Bu bağlamda, simoninin ekonomik yönü bu çalışmada ön plana çıkmaktadır. Son olarak, söz konusu uygulamaların Kilise üzerindeki etkileri değerlendirilmiştir. Geçmişte alınan konsil kararları ve Papalık düzenlemeleriyle simoni yasaklanmış olsa da bu uygulama günümüzde Hıristiyan inancının temel ilkeleriyle bağdaşmayan bir durum olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Bu çalışmayla Dinler Tarihi alanında, Kilise tarihindeki simoni uygulamalarına ilişkin mevcut literatüre katkı sunulması hedeflenmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
18

TABANLI, Egemen. "DEFİNİTİON AS A LEGİTATİON GROUND IN RESEARCH: EXAMPLE OF ARISTOTLE'S DEFINITION OF MOTİON." Pamukkale University Journal of Social Sciences Institute, June 8, 2022. http://dx.doi.org/10.30794/pausbed.1092608.

Full text
Abstract:
The definition of something is the declaration of a claim that the thing being defined exists. Thus, the subject of the definition gains legitimacy by becoming an object of research. On the other hand, definition is to determine the boundaries of a previously uncertain issue and to make it possible to talk about it. Eleatic philosophers, notably Parmenides, witnessed the motion firsthand but did not find it worth to describe it. Their thesis about the non-existence of motion was essentially a manifestation of prejudice based on the impossibility of determining a limit for motion. Aristotle, on the other hand, attempted to define motion, reintegrating it into being, and thus giving it a legitimacy as an object of investigation. This approach of Aristotle is a unique example in terms of revealing the importance and mission of definition among research methods.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
19

DENİZ, Abdulbaki. "NASLARIN EVRENSELLİĞİ IŞIĞINDA TARİHSELLİK PARADOKSU İLE TE’VİL İMKÂNI." Tevilat Selçuk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, September 6, 2022. http://dx.doi.org/10.53352/tevilat.1131973.

Full text
Abstract:
İslam’ın ahlakî ve sosyal yönü hem fert hem de topluma dair düzenlemeleri gerekli kılmıştır. İslam’ın sosyal ve ekonomik hukuk kurallarını ihtiva etmesi ahlakî öğretilerden oluşan bir din olmasına mani olmadığı gibi ağırlıklı olarak ahlakî ve manevî öğretilerden müteşekkil olması da muamelat, münakehât ve iktisada dair ilke ve prensipleri vaz‘ etmesine engel değildir. Ancak bazı oryantalistlerin öncülük ettiği “Kur’ân’ın diğer semavî kitaplarla mukayesesine” dayalı olarak ortaya çıkan fikirler neticesinde söz konusu kutsal kitaplara uygulanan yöntemlerin Kur’ân’a da uygulanması kapsamında İslam hukukunu da ilgilendiren “tarihselcilik” gibi kavramlar tartışılmıştır. “Tarihe mal olmuş hususların bilgisi” yönüyle tarihselciliğin meşruiyet kazanması için disiplin içi bazı gelişme ve uygulamalara vurgu yapılmıştır. Oysa Kur’ân’a özgü bir kavram olarak te’vilin değerlendirilmesi durumunda İslam âleminde tarihselcilik gibi bünyeye yabancı kavramların zemin bulması zordur. Bu bağlamda te’vil ile tarihselciliğin mahiyet, kapsam ve amaç gibi açılardan değerlendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca evrensellik iddiası olan İslam hukukunda içtihadın aklî bir yöntemi olarak te’vilin nasların anlaşılması, uygulanması ve güncellenmesindeki rolü aynı zamanda tarihselciliğe yol açan zemini de ortadan kaldırabileceği görülmektedir
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
20

Sabancılar Eren, Sıla, and Şeniz Anbarlı Bozatay. "Meşruiyet krizlerine bir çözüm önerisi: yeni bilimsel yönetişim." Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, December 13, 2024. https://doi.org/10.31795/baunsobed.1516429.

Full text
Abstract:
Yeni bilimsel yönetişim, bilimsel ve teknolojik gelişmeler ekseninde geliştirilen kamu politikalarının, kamusal müzakere sürecinden geçmesi ve bilim ile kamu etkileşiminin kurulmasıyla hükümetlerin meşruiyet krizlerini aşabileceğini iddia edilmektedir. Çalışmada yeni olanın ne olduğuna, yeni bilimsel yönetişim bakımından cevap aranacaktır. Bu çerçevede, yönetim düşüncesi üzerindeki pozitivist etkileri de göz önünde tutmak gerekecektir. Zira pozitivizm, bir zamanlar dinle, inançla sağlanan meşruluğun yerini, aklın öncelliğini koymakta, yalnızca akılla izah edilene itibar kazandırmak suretiyle aklı kutsayan yeni bir dogma da üretmekteydi. Dolayısıyla çalışmada, medeniyeti standartlaştıran pozitivizm, ideoloji yönüyle tartışmaya dâhil edilecektir. Meşru otorite tipolojilerinde, otoriteye neden itaat edildiği ya da başka bir deyişle otoriteye neden rıza gösterildiği sorularının cevabı artık, yeni bilimsel yönetişimin, meşruiyet krizlerine çözüm sunabilme kabiliyeti açısından verilebilecektir. Bilimsel girdi ve çıktıların, iktidarlar tarafından açık demokratik bir sistemin gereği olma boyutuyla dikkate alınarak, kamu politikasına dönüştürülebilmesi, çalışmanın temel tartışma noktalarından biridir. Meşruluk krizlerinde bilimsel yönetişimi öne çıkaran açıklamalar çalışmanın ilgi odağına dâhil olurken, süreç; bilim, halk ve politika üçgeninde değerlendirilecektir. Çözüm odaklı, doğa-toplum etkileşimlerine odaklanan, bütünleştirici, sürdürülebilirliği esas alarak bilgi ve politik karar arasındaki boşluğun kapatılmasına odaklanan bilimsel yönetişimin, meşruluk krizlerine cevap verebilme kapasitesi, çalışmanın temel tartışma zemini olacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
21

Güler, Büşra Nur. "Sebe Yazıtları Işığında İslâm Öncesi Yemen'de Mabed." Usul İslam Araştırmaları, July 22, 2024. https://doi.org/10.56361/usul.1473893.

Full text
Abstract:
Bu araştırma İslâm öncesi Yemen’in çoktanrılı döneminde (MÖ. VIII-MS. IV) mabed ekseninde yürütüldüğü görülen dinî, siyasî, hukukî ve ekonomik yapının detaylarını Sebe yazıtları ışığında incelemeyi hedeflemektedir. Kurum, tanrının haremi, siyasî meşruiyet zemini, hukukun mercii ve ekonomik merkez olarak ele alınmıştır. İnceleme sonucunda mabedin, toplumu oluşturan bireylerin tanrı tasavvurlarını ve değer algılarını yansıttığı, sosyal ve siyasî hayatın görünen yüzü olarak toplum ve siyasî iktidar ilişkilerine dair izler barındırdığı, bir kul olma vasfını kaybetmeyen din adamlarının mabed merkezli ekonominin temel belirleyicileri haline geldiği, mabed haremi dahilinde işlerini yürüttükleri belirtilen sanatkar, zanaatkar, heykeltraş ve taş ustalarının ürettikleri takdime emtialar ve kaydettikleri yazıtlarla bir arşiv görüntüsü veren mabedlerin Sebe medeniyetinin bugüne taşınmasına katkı sağladığı sonucuna ulaşılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
22

Dursunoğlu, İsmail, and Mehmet Emin Ceylan. "İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRİSİ PERSPEKTİFİNDEN ÖZBEKİSTAN CUMHURİYET ANAYASASI’NDA İNSAN HAKLARI TASAVVURU." İmgelem, August 13, 2024. http://dx.doi.org/10.53791/imgelem.1506934.

Full text
Abstract:
İnsan hakları, doğuştan kazanılan ve her insan için geçerli olan haklardır. İnsan haklarının birincil amacı insan onurunu korumaktır. Bu hususta devletlere önemli görev ve sorumluluk düşmektedir. Günümüzde demokratik devletler başta olmak üzere hemen her devlet anayasasında insan haklarına yer vermektedir. İnsan haklarının tespiti, tanınması ve temsili devletlere güçlü bir meşruiyet zemini oluşturmaktadır. Bu çalışmada Özbekistan Cumhuriyet Anayasası’nda yer alan insan hakları incelenmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde yer alan maddeler ışığında karşılaştırmalı bir değerlendirmeye yer verilmektedir. Çalışmanın amacı Özbekistan Devleti’nin insan hakları konusundaki tutum ve yaklaşımını anayasal noktada ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ışığında değerlendirmektir. Çalışmada Özbekistan Cumhuriyet Anayasası’nda yer alan insan haklarının büyük oranda İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde ifade edilen haklarla örtüştüğü sonucuna ulaşılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
23

Şimşek Öner, A. Aslı. "Siyasal Ekoloji Çerçevesinde Devlet Kudretinin Yeşilleşmesine İlişkin Bir Tartışma." Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, November 15, 2024, 186–255. https://doi.org/10.59933/tauhfd.1610486.

Full text
Abstract:
Bu çalışma kapsamında siyasal ekolojinin ideolojik temellerinden hareketle modern devlet iktidarının (Levitahan’ın) yeşilleşmesi incelenmiştir. Bu doğrultuda ekolojizm çerçevesinde tartışılan küresel çevresel değişimler, biyoçeşitlilik, iklim krizi, insan dışı varlıkların iyiliği/esenliği, müşterekler, sürdürülebilirlik gibi devlet ve hukuk kuramına yeni giren kavram seti bağlamında yeşil devletin normatif teorisinin neye tekabül ettiği incelenmiştir. Devletin yeşilleşmesi uyarınca siyasal iktidarın kaynağı incelenirken müşterekler yaklaşımı, toplum sözleşmesi düşüncesinde doğa durumu, devletli yaşama geçiş ve mahkûmun ikilemi teorisinin birlikte okunmasından istifade edilmiştir. Henüz üzerinde görüş birliği olan bir yeşil devlet teorisinden söz etmek mümkün görünmemektedir. Öte yandan devlet kudretinin siyasal ekoloji içindeki konumunu tartışmak üzere, post liberal bir çağda liberal demokrasileri yasal temsilcilik kurumu ve yeşil anayasacılık hareketi aracılığıyla ele almak mümkündür. Dolayısıyla modern devleti, ülke unsurunun ve birey-devlet ilişkilerinin ekolojik perspektifle gözden geçirildiği bir çerçevede değerlendirmek mümkündür. Bu bağlamda bir ideoloji olarak ekolojizmin mevcut siyaset teorisine getirdiği eleştiriler ve önerdiği değerler ışığında modern devlet egemenliği ve bu egemenliğin günümüzde meşruiyet zemini olarak görülen liberal demokrasiler tartışılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
24

Kendirci, Hasan. "BİRİNCİ TBMM DÖNEMİ’NDE İSTANBUL HÜKÜMETLERİNİN YASAMA FAALİYETLERİ VE TBMM’DE ÖRNEKLERLE BUNA İLİŞKİN YAŞANAN MEŞRUİYET TARTIŞMALARI." Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, September 30, 2024. https://doi.org/10.16953/deusosbil.1524777.

Full text
Abstract:
Kurtuluş Savaşı sürecinde, 12 Ocak 1920’de açılan son Osmanlı Mebusan Meclisi 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilmesiyle çalışamaz hale gelmiş ve Padişah Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920’de feshedilmiştir. İstanbul yönetimi feshedilen parlamentonun yerine yenisini açmak yerine 1876 Anayasası’nın, parlamentonun toplanamadığı zamanlara mahsus olarak hükümete verdiği geçici kanun yapma yetkisini kullanma yoluna gitmiştir. Hükümetlere verilmiş olan geçici yasama yetkisi işgal İstanbul’undaki hükümetler eliyle kalıcı hale getirilerek parlamentoya gereksinim duyulmayacak biçimde kullanılmıştır. Bu yetkiyi kullanan hükümetler siyasal, ekonomik ve sosyal içerikli yüzlerce geçici kanun çıkarmışlardır. Meclis-i Mebusan’ın olmadığı bir ortamda 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılacak olan TBMM ise temsil yetkisini İstanbul’dan bağımsız bir şekilde üstlenerek idareyi aşama aşama ele geçirmeye başlamıştır. TBMM bir yandan da çalışmalarına başladığı ilk günlerden itibaren yeni rejime geçişi mümkün kılacak bir meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmıştır. Bu arayış doğrultusunda İstanbul hükümetlerinin, geçici kanun düzenlemelerini de kapsayan her türlü tasarrufunu yok sayma yoluna gitmiştir. Bu konuyla ilgili çıkaracağı kanunda İstanbul’un işgali dolayısıyla buradaki siyasi iradenin artık bağımsız olmadığını bu nedenle işgalin başlangıcı olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren gerçekleştirdiği her türlü tasarrufun yok sayılacağını belirtmiştir. TBMM, uzun tartışmalardan sonra kararlaştırdığı 16 Mart 1920 tarihini, saltanatın kaldırıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin bitiş noktası olarak da işaretlemiştir. Çalışmamızın amacı buraya kadar özetlediğimiz süreci hukukî ve tarihsel yönleriyle ayrıntılı olarak değerlendirmektir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
25

Yavuzcan, Gaye. "Siyasal Söylemde Orta Çağ’ın Kullanımı: Cengiz Kağan Örneği." Süleyman Demirel Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, September 30, 2024. https://doi.org/10.35237/suitder.1516953.

Full text
Abstract:
Tarihin Cengiz Kağan kadar hem vahşeti hem de hoşgörüsüyle andığı bir lider daha yoktur. O, sadece eylemlerinin tarihsel anlatısıyla değil, etkileriyle de yaşadığı çağı aştı. Cengiz Kağan uzun ömrüne acımasız katliamlardan şanlı zaferlere pek çok askerî harekâtı sığdırırken kanun koyuculuğu, dinsel ve kültürel farklılıklara toleransı, siyasal meşruiyet zemini inşası gibi özellikleriyle de öne çıktı. Cengizli askerî gücünü teşkilatlandırarak bambaşka coğrafyalarda meskûn, bambaşka kültür dairesi mensuplarının üzerine sevk ederken, bağlılarının köken ve kültürlerinden bağımsız bir ulus inşa etti. Eylemleriyle tarihin bir parçası olduğu kadar yapıcısıydı. Ölümünün üzerinden asırlar geçtikten sonra siyasi söylemin bir nesnesi haline geldi. Siyasal söylemin tarihe atıfları yaygındır. Cengiz Kağan, siyasi ajandalarını hedef kitlelerine aktarıp benimsetmek arzusundaki kişi ve grupların başvurduğu tek Orta Çağ figürü değildir. Çelişkili söylemlerin onu birbirine tezat siyasal eğilimlerin aracı haline getirmesi de Cengiz Kağan’a has değildir. Bununla beraber siyasal söylemde yaygın kullanımını onu verimli bir örnek kılar. Bu çalışmada Cengiz Kağan örneğinden yola çıkarak siyasal söylemde Orta Çağ’ın kullanımı değerlendirilecektir. Bunun için başvurulan kaynak grubu 19.-20. yüzyıl Amerikan basınından seçilen örneklerdir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
26

USLUCAN, Cihat. "19. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Kamuoyu Oluşturmada Camiler." Gaziosmanpasa Universitesi Sosyal Bilimler Arastirmalari Dergisi, November 8, 2023. http://dx.doi.org/10.48145/gopsbad.1376070.

Full text
Abstract:
Camiler, Osmanlı Devleti’nde önemli bir konuma sahipti. Esas fonksiyonu ibadet etme mekânı olan camiler, bunun yanı sıra sosyal, siyasi ve ekonomik hayatın da bir parçasıydı. Öyle ki Osmanlı mahallesinde toplumsal merkez cami ve mescitlerdi. 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin birçok sorunla uğraşmak zorunda kaldığı yıllardı. Bir yanda devletin modern sürece dâhil olmak ve tebaasını bir arada tutmak için yaptığı yenilikler bir yanda da gayrimüslim unsurların ayrılıkçı hareketleri vardı. Sosyal ve ekonomik hayata dair modern düzenlemeler yürürlüğe sokulurken geleneksel toplum yapısı da değişime uğruyordu. Bu durum bütün bir yüzyılın özeti gibiydi. Tüm bu karmaşık ve girift yapısı, gittikçe artan merkezi otoritenin varlığı içerisinde, camiler; iktidar dışı unsurlara toplumsal taleplerin dile getirilmesinde bir alan açacaktı. Müslümanlar için kutsal mekânlar olarak kabul edilen camiler; kitlelere ulaşma, eylemlere meşruiyet zemini oluşturma ve dikkatleri üzerine çekme konusunda önemli bazı faaliyetlerin merkezi olacaktı. Bu çalışmada Osmanlı Devleti açısından önemli bir zaman aralığında önemli bir kurumsal mekân olan camilerin, kamuoyu oluşturmadaki etkileri incelenecektir. Ancak bu faaliyetlerin faili devlet ve iktidar gücü değil onun dışında yer alan müslim ve gayrimüslim unsurlar olacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
27

Karakaş, Selim, and Muhammed Ali Çağlar. "Hanefi Füru-ı Fıkıh Eserlerinde Siyaset-i Şer‘iyye'nin Uygulama Alanları." Akif, June 30, 2025. https://doi.org/10.51121/akif.2025.78.

Full text
Abstract:
Siyaset-i şer‘iyye, siyasi otoritenin hakkında açık delil bulunmayan bazı konularda hüküm verme yetkisi olması açısından bazı hukuki düzenlemelerde kullanılan bir yöntem olmuştur. Fakat kavramsal olarak çok net bir içeriğe sahip olmaması sebebiyle tarihsel süreçte siyaset kavramı etrafında farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Güncel olarak ise bu kavramın sınırlarını genişleterek bazı problemlerin çözümünde meşruiyet zemini oluşturma gayreti görülmektedir. Kavramsal çerçevedeki belirsizliğin giderilmesi siyaset-i ser‘iyyenin sınırlarını da belirleme konusunda yardımcı olacağı için bu çalışma Hanefi mezhebi özelinde siyaset-i şer‘iyyenin kullanım alanlarını tespit etmeye çalışmıştır. Hanefi mezhebi içinde siyaset-i şer‘iyye kavramına dair sunulan tarifler ve bu tariflerden ortaya çıkarılan şartlar ile uygulamaya dair örnekler incelemeye tabi tutulmuştur. Bu inceleme sonucunda Hanefi mezhebinin siyaset-i şeri‘yyeyi diğer yöntemlerden ayıracak bazı şartlara tabi tuttuğu görülmüştür. Buna göre sadece siyasi otoriteden çıkan fiiller siyaset alanına dahil edilirken siyasi otoriteden sadır olan her fiil de siyaset-i şer‘iyye olarak kabul edilmemiştir. Siyaseti ta‘zîr, zecr ve te’dîb kelimeleri ile eş anlamlı olacak bir konumda kullanan Hanefiler, siyasi otoriteden çıkan ama ta‘zîr, zecr ve te’dîb anlamı taşımayan fiilleri de siyaset-i şer‘iyye sınırlarının dışında kabul etmiştir. Bu sebeple siyasete dair örneklerin büyük çoğunluğu ukûbât alanında ortaya çıkmıştır. Hanefilerin belirlediği şartlar ve konum dikkate alındığında siyaset-i şer‘iyyenin sınırlarını genişletmenin -en azından Hanefi mezhebi özelinde- pek de mümkün olmadığı tespit edilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
28

ÇOKOĞULLAR BOZASLAN, Emel. "POST-SEKÜLERİZM TARTIŞMALARI: YENİ OLAN NE?" Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, June 6, 2022. http://dx.doi.org/10.26468/trakyasobed.1003641.

Full text
Abstract:
Genel olarak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kamusal alanda dinî canlanma olarak adlandırılabilecek örgütlenmelere ve aktörlere rastlanmaktadır. Kamusal alanın laik sınırlarının bu örgütlenmeler ve aktörler tarafından zorlandığı ve yine bu örgütlenmelerin ve aktörlerin kamusal alanda kendilerine yer bulma çabasının belirginlik kazandığı öne sürülmektedir. Dinin geri dönüşü ya da dinî uyanış olarak adlandırılan ve aslında özellikle Batı’da bu hareketliliğin anlamlandırılamadığı bir süreç yaşanmaktadır. “Post-sekülerizm” olarak tanımlanmaya başlayan bu süreç, dinin kamusal alanı oluşturan “çok”lardan biri olup olamayacağı sorusuna odaklanmaktadır. Dinin, bir “müzakere alanı” olarak kamusal alanın dili ve ruhu ile uyum sağlayıp sağlayamayacağı post-sekülerizm tartışmalarının ana konusunu oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle, dinin tek bir hakikat vurgusu ile rasyonel iletişim pratiği açısından ne tür bir meşruiyet zemini oluşturacağı sorunsalı üzerinde durulmaktadır. Sekülerleşme kuramlarının da bu dinî canlanma nedeniyle sorgulanmaya başlandığı görülmektedir. Dinin bir daha geri dönmemek üzere modern yaşamın dışına gönderildiği savunusunun aksi yönünde bir gelişme yaşandığı pek çok araştırmacı tarafından dile getirilmekte ve pratiğe yansımaları incelenmektedir. Din, neden geri dönmüştür ya da hiç gitmemiş midir yoksa sekülerliğin yeni bir evresi mi yaşanmaktadır soruları sorulmakta ve bu soruların yanıtları aranmaktadır. Bu çalışmada da literatürdeki bu tartışmaların yanında sekülerleşme kuramlarının neler söyledikleri ve sekülerleşme kuramlarına karşıtlık oluşturacak bir eylemsellikten bahsedilip bahsedilemeyeceği ele alınmaktadır. Batı'daki ve Türkiye’deki dinî hareketliliklerin talepleri, görünürlükleri ve kamusalın inşasına dair söylemleri de literatürdeki sorular ve tartışmalar eşliğinde yeniden değerlendirilmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
29

NİHAT, UZUN. ""BAĞLAM"I GÖZ ARDI ETMEK: SİYÂSÎ MÜCADELELERDE ÂYETLERİN KULLANIMI." April 1, 2019. https://doi.org/10.5281/zenodo.2620004.

Full text
Abstract:
ÖZ Sözlü kültürün kodlarına göre inzâl edilmiş olan Kur’an, tarihin belli bir zaman aralığında, belli bir dili kullanarak ve parça parça gönderilmiştir. Dolayısıyla onu en iyi şekilde anlamanın yolu, öncelikle inzâl edildiği ortamı ve âyetlerinin içerisinde yer aldığı bağlamı iyi bilmek ve anlamaktan geçer. Bu bağlamlara riâyet bize doğru anlamı vereceği gibi, âyetlere hem anakronik hem de parçacı yaklaşımlardan uzak durmamızı sağlayacaktır. Özellikle ilk dönemlerdeki bazı siyasi mücadelelerde âyetler kendi bağlamından koparılmış, bütünlük içinde olduğu önceki ve sonraki âyetlerden soyutlanarak keyfi deliller olarak kullanılmıştır. Âyetler bağlamından koparıldıkları için, sanki konuşan tarafların bizzat kendileri için/onlar hakkında nazil olmuş izlenimi verilmektedir. Âyetleri bu şekilde kullanmak suretiyle taraflar kendilerine bir meşruiyet zemini sağlamaya çalışmışlardır. ABSTRACT Betraying the Context: Employment of Qur’anic Verses in Political Struggles The Qur’an which was sent in accordance with oral cultural codes was sent piece by piece in a certain period of history, using a certain language. Therefore, the best way to understand it is to know the environment which the Qur’an was sent in and the context in which its verses take part. To obey these contexts gives us the right meaning and saves us from anachronistic and atomistic interpretations and understanding. In some political discussions, especially in early periods, some Qur’anic verses were extracted from their own contexts and used in arbitrary arguments. Thus, an impression was given that as if the verses were originally sent as they were debated on. Using the verses in this way, some tried to have a basis of legitimacy for their target.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
30

YAHŞİ, Fevzi. "ORTAÇAĞ’DAN AYDINLANMA SÜRECİNE BATI’DA MEŞRUİYET DÜŞÜNCESİNİN DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ." Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, August 7, 2023. http://dx.doi.org/10.25287/ohuiibf.1310291.

Full text
Abstract:
Ortaçağ döneminde kavimler göçü sonrası Roma imparatorluğunun, ikiye ayrılmasından sonra başlayan süreç siyaset, din, meşruiyet temelinde kök salmıştır. Bu dönemde Batı’da siyasal iktidarın kaynağı “Omnis potestas a Deo” yani “Bütün iktidarlar Tanrıdan gelir” ilkesinden hareketle oluşturulmuştur. Dönemin siyasal, ictimai yapısına bakıldığında feodal siyasal düzen ile de eklemlenerek meşruluğun din, devlet, toplumsal yapı ile bağlantı kurulmuştur. Batı’da Feodal siyasal düzen ve Kilise arasındaki ilişkiden dolayı giderek güçlenen Kilise örgütlenmesinden söz edilebilir. Batı’da aydınlanma ve modern devlete geçiş sürecinde ise siyaset, din ve meşruluk ilişkisi farklı bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Rönesans ve reform süreciyle ortaya çıkan düşünce akımları neticesinde feodal aristokrasinin, dinsel ve ahiret düşüncesine karşın, bu dünyacı, kapitalist düşünceye dayalı bilimsel düşünce gelişmeye başlamıştır. Ortaçağ dönemi dine ve kiliseye dayalı feodal siyasal sistemde zamanla ekonomik ve toplumsal alanda üstünlük, burjuva denilen zümreye geçer. Burjuvazi ve ortaya çıkan yeni felsefe, “aydınlanma felsefesi” denilen süreci başlatmıştır. Sanayi devrimiyle bireyci, kapitalist, akla, bilgiye vurgu yapan aydınlanma düşüncesi, kilisenin otoritesine karşı çıkıp bunun yerine doğanın ve aklın otoritesini koymayı hedeflemiştir. Vahiy, otorite ve gelenek meşruiyeti zemininden, birey, bilgi ve akıl meşruiyet zeminine geçiş dönemin belirgin özelliği olmuştur. Bu makalede amaç Batı’da Ortaçağ’dan Aydınlanma sürecine modern devletin inşasında meşruiyet anlayışının geçirdiği değişim ve dönüşümü göstermektir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
31

Pekdemir, Şevket. "İslam Hukukuna Göre Engelli İstihdam Politikasının Fıkhî Temelleri." Van İlahiyat Dergisi, June 6, 2024. http://dx.doi.org/10.54893/vanid.1476413.

Full text
Abstract:
Engelli bireylerin ülkemizde ve dünyada karşılaştıkları en önemli ekonomik sorunlardan biri de istihdamdır. Maalesef gelişmiş ülkelerde bile engellilerin istihdamında henüz istenilen seviyeye ulaşılamamıştır. İstihdam/çalışma gibi temel hak ve özgürlükler, insanlık tarihi boyunca hukuk sistemi içerisinde birtakım ilkeler üzerinden meşruiyet zemini kazanmıştır. Nitekim İslam hukukunun temel kaynaklarında yer alan genelde tüm insanlara özelde engelli bireylere yönelik adalet, hak, fırsat eşitliği, liyakat, ayrımcılıkla mücadele ve sosyal sorumluluk gibi ilkeler, istihdam politikalarının geliştirilmesinde referans olmuştur. Bu bağlamda erken dönemden itibaren İslam iktisat politikalarının temel amacı bireyin dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak şeklinde belirlenmiştir. Çalışmada öncelikle modern hukuk sistemlerinde geliştirilen aktif ve pasif istihdam modellerine yer verilmiştir. Bu kapsamda erken dönemden itibaren gerek Hz. Peygamber ve sahâbe uygulamalarında gerekse daha sonraki İslam toplumlarında engellilerin hem aktif hem de pasif olarak istihdam edildiği görülmüştür. Dönemin özelliklerine göre kurumsallaşmanın sağlandığı hatta İslam toplumlarında engellilerin istihdamı konusuna ilişkin gelişmelerin, tahmin edilenden çok daha önce başladığı söylenebilir. Ancak modern anlamda hukuki düzenlemelerin batıya göre daha geç yapıldığını itiraf etmeliyiz. Makalede engellilik olgusu, engellilerin sorunları ve ihtiyaçları bağlamında, istihdam konusunda geçmişten günümüze İslam toplumlarında yapılan çalışmalar ele alınmıştır. Bu kapsamda İslam toplumunda birçok engellinin yeteneklerine göre imamlıktan hâkimliğe, komutanlıktan valiliğe kadar çeşitli devlet kadrolarında aktif olarak istihdam edildikleri görülmüştür. İstihdam edilemeyenlerin ise sağlık, bakım, barınma ihtiyaçlarının karşılanması, maaş bağlanması ve vergi indirimi sağlanması gibi yöntemlerle mağduriyetlerinin giderilmeye çalışıldığı tespit edilmiştir. Ana teması İslam hukukuna göre engellilerin istihdam ilkelerinin belirlenmesi olan çalışmada; maslahat, örf, siyâset-i şer’iyye, liyakat ve sedd-i zerâi’nin, engelli istihdamının fıkhi dayanaklarını oluşturduğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda âyet ve hadislerle fürû fıkıh müktesebatında yer almayan sorunların çözümünde, sosyal sorumluluk politikalarının geliştirilmesinde, engellilerin ekonomik bağımsızlığını kazanmasında ve asgari yaşam standardının sağlanmasında maslahat ilkesinin kilit rol üstlendiği, birey, aile, toplum ve devlet için fayda sağladığı ifade edilmiştir. Engellilerin istihdamının günümüzde hem ulusal hem de uluslararası hukuki düzenlemelerin en önemli konularını oluşturduğuna dikkat çekilerek, İslam hukukuna kaynaklık etme kriterlerine uygun olarak örf uygulamalarına dönüştüğü görülmüştür. İslam idare hukukunda engellilerle ilgili aktif ve pasif istihdam politikalarının, hukuki düzenlemelerin ve kurumsal yapının kamu yöneticileri tarafından siyâset-i şer’iyye kapsamında yapıldığı belirlenmiştir. İslam hukukunda idari görev ve kamu hizmeti atamalarının liyakate göre yapılmasının emredildiği, adam kayırma ve iltimasın yasaklandığı vurgulanarak, engelliliğin istihdama mani olmadığı vurgulanmıştır. Son olarak İslam hukukunda engellilerin istihdamıyla ilgili çalışmaların yetersizliğine dikkat çekilerek araştırmaların bu alanlarda yoğunlaştırılması, ayrıca İslam hukukuna göre engelliliğin istismarı konusunun çalışılması önerilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
32

Bacaksız, Mustafa. "Meâricü’l-Kuds fî Medârici Marifeti’n-Nefs Adlı Eserin İmam Gazzâlî’ye Aidiyeti Sorunu." Amasya İlahiyat Dergisi, May 7, 2024. http://dx.doi.org/10.18498/amailad.1432739.

Full text
Abstract:
İslam düşünce tarihinde üretilmiş ilmi mirasın tetkiki, tahkiki ve tahlili kendi içinde birçok zorluğu barındırmaktadır. Çünkü, geçmiş dönemde yazım ve basım tekniklerinin bugünkü gibi gelişmemiş olması ve bütün eserlerin resmi merciler tarafından kayıt altına alınamaması, günümüzde bazı eserlerin otantikliği hakkında şüphelere sebebiyet vermektedir. Bu tür şüpheler ise çoğu zaman ilmi mirasın doğru bir şekilde anlaşılmasını engellediği gibi ilmi geleneklere zarar verebilecek büyük tahrifatlara da neden olmaktadır. Bu tür yanlış anlaşılmalara ve bunlardan kaynaklı eleştirilere maruz kalan alimlerden biri de İslam düşünce tarihinin mihenk taşlarından olan Gazzâlî’dir. Nitekim İslam düşüncesindeki etkin konumundan dolayı bazen muhalifleri tarafından bazen ise müntesipleri tarafından birçok fikir ve eser Gazzâlî’ye nispet edilerek meşruiyet zemini bulmaya çalışmıştır. Gazzâlî’nin pek çok ilmi alanda eser telif etmesi ile geçirmiş olduğu bazı fikri değişimler, ona ait olmamasına rağmen bazı fikir ve eserlerin ona nispet edilmesini kolaylaştırmıştır. İfade ettiğimiz hususlara konu olan eserlerden biri de günümüz kelâm, tasavvuf ve felsefe alanında yapılan çalışmalarda Gazzâlî’nin görüşlerinin tespitinde sıklıkla kullanılan Meâricü’l-kuds fî medârici marifeti’n-nefs adlı eserdir. Bu eserin araştırmacılar tarafından çalışmalarda sıklıkla kullanılması, eserin Gazzâlî’ye nispeti hakkında genel bir kabulün oluştuğunu göstermektedir; fakat eserin bazı kısımları hariç, muhtevası ve temel düşüncesi Gazzâlî’nin diğer kitaplarında savunmuş olduğu en temel görüşlerinden farklılık arz etmekte, hatta bariz çelişkiler barındırmaktadır. Bununla birlikte son dönemlerde bu eserin yaratmış olduğu olumsuz etkileşim, Gazzâlî’nin birçok haksız eleştiriye maruz kalmasına sebebiyet verdiği gibi onun görüşlerinin tespitinde de ikilemlere sebebiyet vermiştir. Literatür taraması neticesinde tespit edebildiğimiz kadarıyla eserin Gazzâlî’ye aidiyeti hakkında Türkiye'de Arap dünyasında ve Batı dünyasında geniş çaplı bir çalışma yapılmamıştır. Bu husus, ilmi mirasın doğru bir şekilde tahlil edilebilmesi için eserin müstakil olarak incelenmesini zorunlu kılmıştır. Eserin aidiyetinin tespiti için geçmiş dönemin tarihsel verilerinden hareket edildiğinden, içinde barındırdığı zorluklar sebebiyle klasik eserlerin, tabakat eserlerinin ve el yazmalarının incelenmesi ile eserde geçen görüş ve atıfların analizine odaklanılmıştır. Yapılan incelemeler ve analizler sonucu klasik tabakat türü eserlerde Gazzâlî’nin biyografisini veren birçok yazar tespit edilmiştir. Bu yazarların eserlerinin hiçbirinde Meâricü’l-kuds, Gazzâlî’ye nispet edilmemiştir. Nitekim Gazzâlî’nin kendi eserlerinden Meâricü’l-kuds’e hiçbir şekilde atıf olmadığı gibi bu eserden de onun hiçbir eserine atıfta bulunulmamıştır. Ayrıca Gazzâlî sonrası dönemde bazı fikir ve eserlerinden dolayı Gazzâlî’ye ciddi eleştiriler yönelten birçok âlim bulunmaktadır. Bu âlimlerden hiçbiri Meâricü’l-kuds adlı esere atıfta bulunarak herhangi bir eleştiri yöneltmemiştir. Meâricü’l-kuds adlı eserde, Gazzâlî’nin hiçbir eserinde karşılaşmadığımız farklı bir üslup bulunmaktadır. Bu eserde, herhangi bir ilmi kritiği yapılmamış sayfalarca birebir alıntı bulunmaktadır. Bilindiği gibi Gazzâlî, süzgeçten geçmeyen ve sadece taklit yoluyla elde edilen bilgilere karşı cephe alarak bu tarz üsluba sahip olanlara ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Meâricü’l-kuds adlı eserde ise İbn Sînâ (öl. 428/1037), İmam Gazzâlî (öl. 505/1111) ve Râğıb el-Isfahânî’nin (öl. 502/1108) eserlerinden yapılan birebir sayfalarca alıntı tespit edilmiştir. Bu alıntıların birebir olduğunu daha iyi gözler önünü sermek için alıntılar, iktibasların yapıldığı eserler ile mukayeseli olarak verilmiştir. Bütün bunlarla beraber bu eser, muhtevası göz önünde bulundurularak Gazzâlî’ye aidiyeti kesin olan eserlerindeki metodolojisi ve temel düşüncesi ile karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak eserin muhtevasının Gazzâlî’nin temel düşüncesi ve metodolojisiyle uyuşmaması ile eserde yapılan sayfalarca alıntının varlığı başta olmak üzere elde edilen diğer delillere dayanılarak ona ait olmadığı kanaatine varılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
33

CENGİZ, Tülin. "HİTİTLERDE İKTİDARIN MEŞRUİYET ARACI OLARAK RÜYA : III. HATTUŠİLİ’NİN RÜYALARI." Archivum Anatolicum-Anadolu Arşivleri, June 14, 2023. http://dx.doi.org/10.46931/aran.1296159.

Full text
Abstract:
Psiko-kültürel bir kavram olarak rüyalar, fal metinlerinden dualara; mitolojik metinlerden masallara birçok çivi yazılı belge içersinde kendisine yer bulmuş; Hitit yaşamında tanrılardan haber almak ve tanrılarla iletişim halinde bulunmak amacıyla sıklıkla kullanılmışlardır. Rüyaların, Hitit dünyasında böylesi bir karşılığının olması, III. Hattušili örneğinde olduğu gibi “iktidar-meşruiyet ilişkisi” çerçevesinde bir araç olarak kullanılmasına zemin hazırlamıştır. Kralın kendisine ait otobiyografik içerikli metinde (CTH 81) aktarılan beş rüya anlatısı, hayat hikâyesinin bütünlüğü içinde, ihtiyaç duyduğu kutsal desteğin beyanları gibidir. Söz konusu olan metinde Hattušili, yeğeni Urhi Tešup’u (III. Muršili) devirerek gasp ettiği iktidarının haklılığını savunabilmek için tüm eylemlerinin sorumluluğunu koruyucu tanrıçası Ištar’a havale etmiş görünmektedir. Üstelik bu durumu tanrıça, bizzat, kralın ve yakınlarının rüyalarına girerek itiraf edecek, kısacası tüm sorumluluğu üstlenecektir. Eskiçağ dünyası söz konusu olduğunda işin içine bir tanrının girmesi, şaibeli bir iktidarın, “varlığı ve gerekliliği” konusundaki iddiasının inandırıcılığının garantiye alınması anlamına gelmektedir. Bu da rüyaların otobiyografik metin içine bilinçli bir şekilde yerleştirildiği yani bir meşruiyet aracı olarak kullanıldığı izlenimini vermektedir. 
 
 Bu çalışma, “iktidar”, “meşruiyet” ve “rüya” arasındaki ilişkiyi, Hitit İmparatorluğunun etkili krallarından III. Hattušili örneği üzerinden ele alarak incelemek amacıyla kaleme alınmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
34

KISAK, Mehmet. "FARS MİLLİYETÇİLİĞİNİN BİR MEŞRUİYET KAYNAĞI: KADİM GEÇMİŞE VURGU." Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, December 13, 2022. http://dx.doi.org/10.33692/avrasyad.1198028.

Full text
Abstract:
Geçmişin birikimleriyle geleceğine yön veren topluluklar açısından tarih, her zaman ilgi gören bir alan olmuştur. Öte yandan, milliyetçilik düşüncesine meşruiyet kazandırması ve kimlik oluşumunda önemli bir referans kaynağı olması açısından da ilgi odağı haline gelmiştir. Özellikle, ulus-devletler kendi milliyetçilik anlayışlarına meşru bir zemin sağlamak için tarihe başvurarak geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma girişiminde bulunmuşlardır. Böylelikle milletlerin değişmez olduğu, zaman aşımı ve kopukluklara rağmen yoluna devam ettiği gösterilmeye çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde İran’da iktidara gelen Rıza Şah Pehlevi de tarihe, kadim geçmişe, başvuran liderlerden biri olmuştur. Öyle ki Rıza Şah, iktidara geldikten sonra Fars kimliğini ön planda tutarak Fars milliyetçiliği anlayışını benimsemiştir. Bu anlayış çerçevesinde Fars kimliğine bir meşruiyet kazandırma adına İran’ın İslam öncesi tarihine sık sık vurgu yapmıştır.
 Rıza Şah, Fars milliyetçiliğinin dayanak noktası olarak görülen birçok alanda faaliyet gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda öncelikli olarak taç giydiği esnada İran’ın kadim geçmişindeki Sasani ve Ahameniş hükümdarlarına ait sembol ve amblemleri kullanmıştır. Bununla birlikte kendine ve kuracağı hanedana bir isim belirlerken de bu durumu göz önünde bulundurmuştur. Rıza Şah, kendisi için ‘Pehlevi’ soyadını seçmiştir ki bu isim bir yandan Rıza Şah’ı İslamiyet öncesi Sasani İmparatorluğu’na dayandırırken diğer yandan da Fars milliyetçiliği üzerine kurulan yeni ulus-devletin meşruiyetini sağlayan bir etken olmuştur. Bunlarla birlikte Rıza Şah’ın kadim İran’a dair yapmış olduğu diğer bir vurgu da Firdevsi ve onun eseri üzerinden olmuştur. Özellikle Fars milliyetçiliğinin bir simgesi olarak görülen Firdevsi ile ilgili bu dönemde birçok çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalardan ilki Firdevsi’ye bir anıtmezar yapmak olmuştur. Böylelikle milliyetçi bir simge olarak Firdevsi’nin toplum tarafından algılanması amaçlanmıştır. Firdevsi ile ilgili yapılan diğer çalışma ise onun adına bir kongre düzenlenmesi olmuştur. Bu kongre, farklı ülkelerden yaklaşık kırk şarkiyatçının katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Rıza Şah döneminde gerçekleştirilen tüm bu uygulamalar onun Fars milliyetçiliğine meşruiyet kazandırma amacı taşımış ve bu amaç doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
35

İnce, İrfan. "Ḥarem-i Şerîf’te teʿaddüd-i cemâʿât Uygulaması: Başlangıcı, Tarihi Gelişimi ve Konuyla İlgili Fıkhî Tartışmalar (Hicri 6-10’uncu yy.)". Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5 грудня 2024. https://doi.org/10.15370/maruifd.1550707.

Full text
Abstract:
Bu çalışma Hicrî beşinci yüzyılın sonlarından 1344/1926 yılına dek sekiz buçuk yüzyılı aşkın bir süre kesintisiz bir şekilde yürürlükte kalmış olan Mescid-i Ḥaram’da farklı cemaatler halinde namaz kılma uygulamasını, uygulamanın ortaya çıkışı, tarihi gelişimi ve konuyla ilgili fıkhî tartışmalar çerçevesinde incelemektedir. Çalışmada tarihi süreç, fıkhî tartışmaları anlamaya yardımcı olacak bir çerçevede Osmanlı Hicaz hakimiyetinin ilk iki yüzyılını içine alacak şekilde 11./17. yüzyıl sonlarına kadar takip edilmiştir. Bu bağlamda uygulamanın varlığını gösteren en erken kayıtlar, benzer şekilde uygulamanın tarihi boyunca ortaya çıkan bazı değişiklikler kaynakların imkân verdiği ölçüde siyasi bağlamla ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Konunun fıkhî boyutu iki başlıkta ele alınmıştır. Bu başlıklardan ilkinde önce uygulamayı eleştirenlerin çokça atıfta bulunduğu ve benzer bir uygulamanın daha önce ortaya çıkmasına engel olduğu düşünülebilecek vakit namazının cemaatle eda edildiği bir mescitte aynı namazın ikinci bir cemaatle kılınmasının hükmüyle ilgili tartışmalar ele alınmıştır. Ardından, uygulamanın ortaya çıkışının fıkhî zeminini hazırladığı düşünülebilecek, dönemin hâkim fıkıh öğretisinde farklı mezhepten bir imama tabi olarak namaz kılmanın hükmü konusundaki tartışmalar incelenmiştir. İkinci başlıkta ise doğrudan uygulamayla ilgili tartışma, konuyla ilgili ilk eleştiriyi kaleme alan İbnü’l-Cebbâb’a (ö. 555/1160) ait bir risale/fetvadan başlayarak, yedinci yüzyılın başlarında İskenderiye Mâlikî uleması tarafından kaleme alınan aksi istikametteki fetvalar, daha sonra Mekke Şâfiî kadısı İbn Ẓahîre’nin (ö. 907/1502) ve Mekke Mâlikî fakihlerinden Ruʿaynî’nin (ö. 945/1538) fetvaları ve nihayet Ruʿaynî’nin oğlu ve ileri gelen bir Mâlikî fakihi olan Ḫaṭṭâb’ın (ö. 954/1547) yazıları üzerinden Hicrî 10’uncu yüzyılın ilk yarısına kadar takip edilmiştir. İncelenen bu fetva ve metinler biri dışında Mâlikî uleması tarafından kaleme alınmıştır. Bu metinlerde uygulamanın meşruiyeti doğrudan konu edilir. Bu durum, söz konusu metinlerin yine Hicrî 10. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenebilecek konuyla ilgili diğer metinlerden ayrı bir şekilde incelenmesine imkân verir. İkinci tartışma, aralarında Raḥmetullâh es-Sindî (ö. 993/1581), Emîr Pâdişâh (ö. 998/1581 sonrası) ve ʿAlî el-Ḳârî (ö. 1014/1605) gibi tanınmış simaların da bulunduğu büyük oranda Hanefî uleması arasında gerçekleşir. Bu tartışmada meşruiyet konusuna temas edilmiş olsa da tartışma temelde artık yerleşik hale gelen uygulama karşısında bir Hanefî’nin nasıl davranması gerektiğine odaklanır. Yazıda uygulamanın ortaya çıkışı konuyla ilişkilendirilebilecek fıkhi tartışmalar ve siyasi bağlamla ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
36

ECE, Muhammet Nasih. "Dinsel Bağlamıyla İbn Hazm’ın Mantık Felsefesi." Hitit İlahiyat Dergisi, December 12, 2022. http://dx.doi.org/10.14395/hid.1151091.

Full text
Abstract:
Aristoteles mantığı, Arapçaya tercüme edildikten sonra, İslam dünyasında filozofların katkılarıyla kayda değer bir konuma sahip oldu. Filozofların aksine, İslam bilimleriyle ilgilenenlerce uzun bir süre yabancı unsur olarak göz ardı edildi. İslam bilimleriyle ilgilenenler içinde mantığa yönelik ilk ciddi farkındalığın, Endülüslü düşünür İbn Hazm’dan geldiği söylenebilir. O, Aristoteles mantığını tüm bilgilerin kendisiyle sistem kazandığı bir yöntem olarak gördü. Ancak kendisine gelen süreçte mantığa yaklaşım biçimlerini çeşitli nedenlerle yetersiz ve kusurlu buldu. İbn Hazm’ın problemli gördüğü mantığın bu formu, din alimlerinin ve halkın istifade edebileceği bir durumda değildi. Bu nedenle herkesin anlayabileceği bir din diliyle ve fıkhî örneklerle Aristoteles mantığını yeniden yazmaya çalıştı. Bu anlamda onun çabası, mantık adına yeni şeyler ortaya koymak şeklinde olmayıp, Aristoteles’in mantığını dinî bilincin yakınlık hissettiği bir tarz ve örneklemle sunmak olmuştur. İşte bu çalışma, onun mantık bilimine dair düşüncelerini inceleme ve değerlendirmeye çalışmaktadır. Öncelikle, mantık felsefesi başlığı altında onun mantık bilimine dair genel yaklaşımı serimlenmiştir. Bu çerçevede İbn Hazm, İslam filozoflarının mantık metinlerinden yararlansa da doğrudan Aristoteles metinleri üzerinden mantığı düşünmeye çalışır. Bu doğrultuda İbn Hazm, Aristoteles gibi mantığı tamamen bir yöntem bilim olarak düşünür. Bu nedenle başka bilimlere fayda sağlamaktan başka bir işlevi de bulunmamaktadır. Mantığın amacı, insanı hatadan koruyarak, bilgilerinin kanıtlayıcı olmasını sağlamaktır. İbn Hazm’ın mantık anlayışında en dikkat çekici hususların başında, mantığın dinî bilimler için de gerekli bir yöntem olduğunu kanıtlamaya çalışması gelmektedir. Bunun için de öncelikle dinsel bir çatışmanın olmadığını, aksine her türden bilgi gibi İslamî bilimler için de mantığın çok gerekli olduğunu izah etmeye çalışmaktadır. Her bilim adamı gibi dinî bilimlerle ilgilenenler de mantığı bilmek zorundadır. Aksi durumda İslam alimlerinin, Kur’an’ı ve Peygamber’in sözlerini doğru bir şekilde anlamaları mümkün olmayacaktır. Bu nedenle İslam’ın iki temel kaynağından hüküm çıkaran alimlerin, mantık bilgisine sahip olmadan, verecekleri fetvalara da güvenilmez. Mantık hakkında bu şekilde düşünen İbn Hazm, böylelikle mantığa dinsel bir meşruiyet sağlayarak ona toplumsal bir yer açmış olmaktadır. Fikirsel düzeyde dinsel meşruiyet ile birlikte, mantığın sunumunda dindar kesimin aşina olduğu bir dil de inşa edilmektedir. Din dili olarak ifade ettiğimiz bu yaklaşım, mantık biliminin ilke, kavram ve yöntemleriyle dinî meselelerin çözülmesi, sunumu ve örneklendirilmesi şeklinde kendini göstermektedir. Bu çerçevede özellikle fıkhî örneklere baş vurulması dikkat çekicidir. İbn Hazm’ın çok yoğun olarak kullandığı dinî örnek ve problemlerden bir kısmı bu çalışmada ele alınarak değerlendirmeye tabi tutuldu. Bunlar; bölme mantığı, önerme türlerinin örnekleri, modalitelerin dinî karşılıkları, imkânsızlık teorisi, konu birliği şartı, kıyas şekilleri ve atıf safsatası şeklinde temel konularla incelendi. Varlıkların bölümlenmesinde, maddi dünyada bulunmayan, ama inanılan cin, melek ve cennetteki hizmetçiler gibi varlıklar da hesaba katılır. Önermenin olumlu, olumsuz, şartlı, ayrık gibi türlerinin örnekleri dinî konulardan seçilir. Zorunlu, mümkün, imkânsız modalitelerine karşılık, dinî mükellefiyetler olan farz, mübah ve haram verilerek, bir çeşit dinî modaliteler oluşturulmaktadır. İmkânsızlık teorisinin türleri oluşturulurken Peygamberlerin mucizeleri ve Allah’ın zatı hesaba katılarak bir tasnif ve açıklama biçimi geliştirilmektedir. İki önerme arasındaki çelişkinin şartlarından birisi de konu birliğinin olmasıdır. İbn Hazm, bu mantıksal kuralın göz ardı edilmesinden dolayı Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasında meydana gelen çatışmayı mantıksal çözümlemeye tabi tutar. Kıyasın şekil ve modları tamamen fıkhî örneklerden de sunulur. Müteşebih meselesinde “atıf” harfinin mantıksal boyutuna dair bilgi yetersizliğinden dolayı birçok alimin hataya düştüğü sonucuna varılır. Böylelikle İbn Hazm, bu düşüncelerle, mantık bilimine hem dinsel açıdan bir meşruiyet zeminini inşa eder hem de mantığın dinî bilimler için ne kadar işlevsel olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
37

ERDOĞAN, Eralp. "SAFEVİLERDE TARİKATTAN DEVLETE GİDEN SÜREÇTE RÜYALARIN ETKİSİ." Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, February 27, 2024. http://dx.doi.org/10.60163/tkhcbva.1411494.

Full text
Abstract:
1501 yılında kurulan Safevi Devleti’nin kuruluş felsefesini anlamak için tarikat sürecine göz atmamız önem arz etmektedir. Şeyh Zahid’in tarikatına gelerek orada yükselen ve şeyhlik makamını ele geçirdikten sonra Safeviyye tarikatını kuran Safiyüddin-i Erdebilî, XIV. yüzyılın başlarında etkili bir figür olarak bulunduğu bölgeyi şekillendirmiştir. Mürit sayısının giderek arttığı tarikat, onun torunları ile, zaman içerisinde hüviyet değiştirerek devletleşme sürecine girmiştir. Safiyüddin’in posta oturduğu 1301 yılından Devlet’in kuruluşu 1501 yılına kadar geçen yaklaşık 200 yıllık bir süreçte rüyaların etkin olarak kullanıldığı görülmektedir. Kaynaklara yansıyan rüyaların mahiyeti zamana ve duruma göre farklılıklar gösterir. İlk dönemler Şeyhlerin tarikattaki yerlerini sağlamlaştırmak ve meşru zemine oturtmak amacı güttüğü anlaşılan rüyalar, daha sonra siyasi bir güç kurma amacına hizmet etmektedir. Safiyüddin’in vefatının ardından yazıya geçen kaynaklarda bu tarz rüyalar Safiyüddin’in doğumundan öncesine kadar gitmektedir. Meşruiyetin kaynağı daha doğmadan annesine müjdelenmiş, onun doğumundan sonra görülen rüyalar ile de bu süreç sağlam temellere oturtulmaya çalışılmıştır. Safiyüddin’in ardından posta oturanlar da genellikle rüyaları kullanarak mürit toplamaya çalışmışlardır. Bu politika zaman içerisinde başarıya ulaşmış ve çoğalan mürit sayısı ile birlikte askeri bir güç oluşturma eğilimi baş göstermiştir. Şeyh Cüneyt dönemi itibariyle başlayan askeri ve siyasi faaliyetler yine rüyalar kullanılarak desteklenmeye devam etmiştir. Şeyh Haydar zamanında artık rüyanın mahiyeti şeyhlik postuna yönelik değil siyasi bir oluşuma delalet etmektedir. Şeyh Haydar’ın görmüş olduğu rüya ile Safevi müritleri Kızılbaş adını kullanacak ve Safeviyye tarikatını devlete dönüştürme motivasyonu kazanacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
38

ÜNAL, Levent. "MİLLİ MÜCADELE STRATEJİSİ, UYGULANMASI VE SONUÇLARI." Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, September 15, 2022. http://dx.doi.org/10.17498/kdeniz.1160296.

Full text
Abstract:
Belirlenmiş stratejik bir hedefin, mevcut kuvvetlerin (güç unsurlarının) en uygun yöntem ve harekete tarzları uygulanarak ele geçirilmesi anlamına gelen stratejinin, ulusal düzeyde en mükemmel uygulama örneklerinden biri şüphesiz Milli Mücadele’dir. Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal, o dönem içinde bulunulan her türlü olumsuz koşullar içerisinde bir imkânsızı gerçekleştirerek önce Milli Mücadeleyi başarıyla sonuçlandırmıştır. Milli Mücadele stratejisini önceden belirleyen Mustafa Kemal, uygulamayı Samsun’dan başlayarak safha safha gerçekleştirmeye başladı. Dolayısıyla sonraki tüm süreçte olaylar tesadüflere bağlı olarak değil, büyük oranda Mustafa Kemal’in öngördüğü şekilde gelişti. Milli mücadele stratejisini başarılı kılan en önemli etken de bu proaktif yaklaşım oldu. Müfettişlik yetkilerini genişlettirmesi, Amasya Tamimi ile milli direnişin ilkelerini ortaya koyması, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile ulusal bütünlüğü büyük oranda sağlaması, TBMM’ni açarak Milli Mücadeleyi tam bir hukuki meşruiyet zeminine oturtması, topyekûn harp stratejisini uygulamaya sokarak (Tekâlifi Milliye emirleri ile) milleti bir bütün olarak mücadeleye katması, saltanat kaldırılıncaya kadar Padişahı doğrudan hedef almaktan kaçınarak fikir ayrılıklarının önüne geçmesi vb. pek çok tutum ve girişimi Mustafa Kemal’in proaktif yaklaşımının dönüm noktalarını oluşturmuştur. Milli Mücadeleyi eşsiz kılan etkenlerden biri, Türk milleti en karanlık dönemini yaşarken görkemli bir zafere ulaşmasındandır. Ülkenin pek çok yeri işgal altında, Saltanat ve İstanbul Hükümeti İtilaf güçlerine tam bir teslimiyet içinde, aydınların çareyi Amerikan, İngiliz himayesinde aradığı, bir kısım halkın ancak yaşadığı bölgeyle sınırlı direnç göstermeye çalıştığı ve milletin çaresizlikle başına gelecekleri beklediği bir ortamda Mustafa Kemal büyük bir hedef ortaya koyarak işe başlamıştır. O hedef “Milli egemenliğe dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak” olmuştur. Hedef büyüktür ancak hedefe yöneltilecek mevcut kuvvetler yetersizdir. Yıllar süren savaşlar, ağır yenilgiler milleti yorgun ve bitkin düşürmüş, ordu büyük oranda terhis edilmiş, edilmekte. Silah ve cephane tükenmiş, kalanlar toplanmış, halen de toplanmakta. Mahalli küçük direniş hareketleri dışında kimse de ulusal düzeyde karşı koyma düşüncesi hâkim değil, saltanat ve halifelik yanlıları Milli Mücadeleye karşı. Dolayısıyla ne mevcut kuvvetler belirlenen hedefle uyumlu, ne de koşullar herhangi bir hareket tarzını uygulamaya elverişli. Buna rağmen zafere ulaşılması Mustafa Kemal’in strateji dehasının bir ürünüdür.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
39

Çakır, Mustafa. "Tüketici Sözleşmelerinde Yer Alan Gecikme Bedeli Koşulunun Müşteri Sorumluluğuna Etkisi." Kocatepe İslami İlimler Dergisi, June 4, 2024. http://dx.doi.org/10.52637/kiid.1451729.

Full text
Abstract:
İnsanoğlunun gündelik hayat içerisinde ihtiyaç duyduğu gereksinimleri karşılayabilmesini mümkün kılan meşru yollardan biri de malî sözleşmelerdir. Karşılıklı rıza ve dürüstlük temeline dayalı borç sözleşmeleri yoluyla insanlar, ihtiyaç duyulan şeylere bizzat mülk yoluyla sahip olabilir veya menfaatle sınırlı süreli mülkiyet tesis edebilirler. Bunlar malî karşılığı olan veya teberru nitelikli sözleşmeler olabilir. İslâm, insanların birbirlerine ait olan mal ve hizmetlerden faydalanmasını mutlaka bedel şartına bağlamamıştır. Bilakis inanç temeline bağlı karşılıksız olarak sunulacak her türlü faydayı kendi katından ödüllendirmeyi vaat etmiştir. Bununla birlikte bireyin kazanç sağlama amaçlı sözleşme ilişkilerinde bulunması da kendisine tanınan en temel haklardan biri olarak görülmüştür. Buradaki temel ölçü, taraflar arası karşılıklı rıza ve sözleşmelerin haksız kazanç sağlamaya sebep olabilecek unsurlardan arındırılmış olmasıdır. Nitekim İslâm’da dokunulmaz kabul edilen malın muhafazası ve zaruret ya da ihtiyaç düzeyindeki gereksinimlerin meşru bir zeminde elde edilmesi, İslâmî ölçülere uygun iktisadî ilişkilerin tesis edilmesi ve yasaklanan yollardan uzak kalınması ile mümkündür. Genel hukuk düzeni ve temel ahlak sınırları çerçevesinde bireylerin dilediği taraflarla dilediği koşullarda sözleşme yapması, kendilerine tanınan en temel haklardan biridir. Bu kapsamda insanlar arası borç ilişkilerini düzenleyen sözleşmelerde tarafları yükümlülük altına sokan her bir hükmün serbestçe belirlenmesi esastır. Ancak günümüzde sosyal ve ekonomik alanda meydana gelen gelişmeler, hüküm ve koşulların standart olarak belirlendiği yeni tip sözleşmeler ortaya çıkarmıştır. Yaygın olarak tek taraflı genel işlem koşullarının belirlenmesi esasına dayalı düzenlenen bu tür sözleşmelerde hukukî açıdan gözetilmesi gereken bir takım genel ölçü ve sınırlar olmakla birlikte mer’î hukuka uygun kabul edilen bazı koşullar İslâm hukuku açısından problem olarak görülebilmektedir. Sözleşmelerde borçların ifasına yönelik ileri sürülen ceza koşulu uygulaması bunlardan biridir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak geçerlilik kazanan ve borç sözleşmelerinde alacağın gereği gibi ya da hiç ifa edilmemesi durumunda borçluya karşı ileri sürülebilen ceza koşulu, asıl borç ve zarardan bağımsız bir edimdir. İslâm’ın faiz konusundaki ilkesel duruşu, sözleşmelerde yer alan ceza koşulunun meşruiyeti noktasında zihinlerde şüphe bırakabilmektedir. Bu çalışmada, gündelik hayatın olağan akışı içerisinde birey veya kurumların ihtiyaç duyduğu mal, hizmet ya da finansmanın temininde, taraflar arası akdedilen sözleşmelerde standart olarak ileri sürülen gecikme bedeli koşulunun müşteri sorumluluğuna etkisi İslâm hukuku açısından ele alınmaktadır. Çalışmada öncelikle standart sözleşmeler ve gecikme bedeli uygulamasının hukukî zeminine İslâm borçlar hukuku ile mukayeseli olarak yer verilmiştir. Daha sonra sözleşmelerde gecikme bedeli ileri sürülmesinin hükmüne dair öne çıkan yaklaşımlara ve gerekçelerine genel olarak değinilmiştir. Son olarak günümüz şartlarında borç sözleşmelerinin ayrılmaz bir parçası olarak uygulanan ceza koşulunun bu konuda seçim hakkına sahip olamayan müşterinin sorumluluğuna etkisi, sözleşmenin sıhhati ve toplumun içerisinde bulunduğu genel ihtiyaç ve zorunluluk hali açısından tartışılmıştır. Çalışmada sonuç olarak; sözleşme ilişkisine dayalı ve zimmette para olarak tayin edilen borçların ifasında kasıtlı geciktirme ve istismarın önlenmesi amacıyla da olsa sözleşmeye eklenen gecikme bedeli uygulamalarının faiz gibi bir sakınca içermesi bakımından problemsiz görülemeyeceği düşünülmektedir. Bununla birlikte bu tür şartlar, doğrudan akdin konusunu oluşturmadığı gibi, günümüz şartlarında pek çok temel ihtiyacın giderilmesinde taraflara bu koşullarda sözleşme yapmak dışında başka bir imkân da sunulmamaktadır. İslâm hukukunun toplumun ihtiyaçlarını gözeten dinamik yapısı ve metodolojisinin sunduğu imkânlar incelendiğinde, bu tür koşullarda mal/hizmet alan tarafın umûmu’l-belvâ, genel ihtiyaç ve zaruret kapsamında fıkhen muaf kabul edilmesinin mümkün olabileceği düşünülmektedir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
40

DEMİR, Hamit. "Taṣawwuf in Jam‘ al-Jawāmi‘ Within The Context of Its Commentaries and Glosses: The End of al-Fiqh al-Zāhir; al-Fiqh al-Bāṭin". Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 15 листопада 2023. http://dx.doi.org/10.35415/sirnakifd.1349737.

Full text
Abstract:
Şafiî fakîhi Ebû Nasr Tâceddîn es-Sübkî’ye (öl. 771/1370) ait Cemʿu’l-cevâmiʿ fî uṣûli’l-fıḳh adlı fıkıh usulü eserinin sonunda Hâtime başlığı altında bazı tasavvufî meseleler kısaca ele alınmıştır. Bu başlıkta fıkhî yönlerine temas edilmeksizin marifetullah, nefsin tabiatı, amellerin hükmü ve hallere tesiri, havâtır, tevbe ve istiğfar, kesb ve tevekkül gibi konulara son derece muhtasar olmak suretiyle değinilmiştir. Ayrıca istidlal başlığında ilham, akide başlığında ise ihsan konuları ele alınmıştır. Müellif, bahsi geçen tasavvufî konuları ele alma sebebini kendisi açıklamasa da ele alınan kavramlar ve kitapta kaydedilen bazı ifadeler, fıkıh ve tasavvuf disiplinleri arasındaki ilişkinin merkez noktasına ve birbirlerini tamamlayan düalitik tarafına işaret edecek mahiyettedir. Muhtemelen Tâceddîn Sübkî’nin tasavvuf hakkında müspet görüşlere sahip olmasının ve eserinde bu konulara yer vermesinin arkasında, mensubu olduğu mezhebin kurucu ismi İmam Şafiî’nin (öl. 204/820) tasavvuf konusundaki müspet sözleri ve babasının Şâzeliyye tarikatı öncülerinden İbn Atâullâh el-İskenderî’ye (öl. 709/1309) intisabı vardır. Makalenin konusu, bir fıkıh usulü kitabında tasavvuf konulu hatimenin yer almasının arka planındaki düşünsel zemindir. Zira iki ilim arasındaki ilişki, daha çok sûfîlerin kendi mesleklerine meşruiyet atfetme ve kendilerini şeriat dairesinde gösterme gayeleri ile tasavvuf klasiklerinde ele alınmıştır. Dolayısıyla bir fıkıh usulü eserinde tasavvufî konuların işlenmesi, özgünlük ve önem arz etmektedir. Çalışma sadece adı geçen eser ve müellifle sınırlı olmayıp eserin şerhleri ve haşiyeleri de fıkıh ve tasavvuf ilişkisi bakımından ilgili pasaj bağlamında incelenecektir. Makale boyunca kullanılan fıkıh ve şeriat kavramları, dinin amele taalluk eden hukukî alanı kastedilerek kullanılmıştır. Bu çalışmanın amacı fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkinin bir fakih gözünden gösterilmesi, eserde ele alınan tasavvufî konuların ve Sübkî’nin ilgili konulara yaklaşımının mütalaa edilmesidir. İslam ilim tarihinde birbiri ardınca zuhur eden ve dinin pratik tarafı ile ilgilenen iki temel alan; fıkıh ve tasavvufun disiplinler arası bir çalışmaya konu edilmesi de amaçlanmıştır. Çalışmada belge analizi ve mukayeseli metin tahlili yöntemleri uygulanmıştır. Çalışmanın temel neticesi İslam ilim tarihi boyunca zaman zaman aralarında ihtilaflar olsa da fıkıh ve tasavvufun birbirinin alternatifi olmayıp iki cihan saadeti gayesinde ortaklaştığı, birbirini tamamladığı ve dini tecrübenin kâmil mana yaşanabilmesi adına birbirine ihtiyaç duyduğudur. Bu gaye ilim ve amelle gerçekleşecek olup konunun bilgi tarafı daha çok fıkıhla, amel ve amelin doğurduğu hal tarafı ise daha çok tasavvufla ilgilidir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
41

ÇAKIR, Mustafa. "The Contributions of the Islamic Jurisprudence to Shaping the Consciousness of Good Deed in the Individual." İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, May 12, 2023. http://dx.doi.org/10.59777/ihad.1217785.

Full text
Abstract:
Sâlih amel, imanın insana kazandırdığı değer anlayışının somut eyleme dönüşmesidir. Bilinçli eylemler ortaya koyabilme yeteneğine sahip kılınan insanoğlu Yüce Allah’ın kendisine gönderdiği hükümler manzumesi olan dinin rehberliğinde inşa ettiği hayat planı ile kendisine biçilen değeri muhafaza ederek gelişimini devam ettirir. Bu bakımdan sâlih amel, imanın somut eylemler üzerindeki tezahürü olduğu gibi aynı zamanda da koruyucusudur. Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde önemle durulan ve kâmil imanın bir gereği olarak tekrarlanan sâlih amel bilincinin kazanılmasında bilginin rehberliğine duyulan ihtiyaç kuşkusuzdur. İslam inancına göre hayatın varoluş gayesine uygun olarak tanzimi ancak doğru bilgiye dayalı kabuller üzerinden mümkün olabilir. Salt arzu ve heveslerin yönlendirmesine bağlı değer yargılarının mutlak iyiye ve ahlakî olana ulaştırmada yeterli olamadığı tarihin şahitliği ile tecrübe edilen pek çok hadise ve sosyolojik gerçeklerle sabittir. Bu yüzden insanoğlunun varlık sahnesine çıkmasıyla birlikte vahyin rehberliğinde yönlendirilmesi ve kendisi gibi bir beşer olan elçiler örnekliğinde davranış formlarının şekillendirilmesi ilahi bir kanun olarak vaz edilmiştir. 
 Sâlih amel, genel olarak dinin yapılmasını teşvik ettiği iyi, faydalı, doğru ve ahirete bakan yönü itibarıyla kişiye kazanç sağlayan davranış şeklini ifade eden bir kavram olarak tanımlanır. İslamî bir terim olan sâlih amelin, birey zihninde bilgi temelli rasyonel zemininin oluşturularak dinin gayesine uygun eylem haline dönüşmesinde genel olarak İslamî ilimlerin ve özelde fıkıh ilminin belirleyici bir yeri bulunmaktadır. Nitekim fıkıh, bireyin dünya ve âhirette faydasına olacak hükümlerin şer‘î delillerden elde ediliş keyfiyetini sebep ve hikmetleri ile bilebilmesine rehberlik eden metodolojik bir çabayı temsil eder. Bu bağlamda, şer‘î hitabın sâlih amel cihetinin tespitinden, insan eylemlerinin dinin gayesine uygun olarak tanzim edilmesi, yaratıcı ile kul arasındaki hak ve yükümlülüklerde ölçü, sınır ve önceliklerin belirlenmesi, bireyler arası hukuki ilişkilere ahlâkî ve manevi kazancı özendiren bir boyut kazandırılması, ibadet nitelikli eylemlerde ölçü ve dengelerin korunması, iyilik düşüncesinin birey planında kalmayıp toplumsal bir hareket haline dönüşerek yaygınlık kazanması gibi pek çok açıdan fıkıh ilminin sâlih amel düşüncesinin şekillenmesine önemli katkılar sağladığı söylenebilir. 
 Geçmişten günümüze fıkhın rehberliğinden uzak sâlih amel iddialarının İslam toplumları içerisinde yol açtığı savrulmalar ve olumsuz sonuçlar sürekli olarak tecrübe edilegelmiştir. Bu tür sosyolojik gerçekler, dünya hayatının refahı ve âhiretin güzelliklerini elde etme arzusunda olan her bireyin dinin ruhuna uygun eylemler ortaya koyma çabası kapsamında fıkıh ilminin rehberliğinden kayıtsız kalamayacağı gerçeğini teyit etmektedir. Nitekim “sâlih amel” arzusunda olan her bireyin ortaya koyacağı eylemlerde şu temel iki ön koşulu mutlaka göz önünde bulundurması gerekmektedir. Bunlardan ilki, o eylemin din nazarında doğru olması; ikincisi ise, samimi ve Allah için yapılmış olmasıdır. Buna göre, sırf samimi duygularla yapılmış olması bir amele “sâlih” olma vasfını kazandırmak için tek başına yeterli olmamakta, eylemin dinin meşruiyet ölçülerine de uygun olması beklenmektedir. İşte bu noktada fıkhın ilk tariflerindeki, “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” vurgusu da esasen kişinin dünyevî ve uhrevî bakımdan fayda ve zarar verecek davranışları belli bir usul ve bilgi sistematiğine bağlı oluşturulmuş doğruluk ölçütlerine göre yapması gerektiği hakikatini ortaya koymaktadır.
 Bu çalışmada, şer‘î hükümleri sahih dinî referanslara bağlı rasyonel bir zeminde tanzim ederek insan eylemlerini dinin ruhuna uygun hale getirmeyi konu edinen fıkıh ilminin bireyde amel-i sâlih düşüncesinin şekillenmesine katkı sunma yönleri açıklayıcı bazı örneklerle ele alınarak erdemli bir toplumun inşasında fıkhın rehberliğinin önemi ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
42

Çekiç, Ayşe. "İhtiyaca Binaen Çağırılan Peygamber: Haçlı Muhayyilesinde İsa Tasavvuru." Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, February 21, 2024. http://dx.doi.org/10.35415/sirnakifd.1413957.

Full text
Abstract:
Bu çalışmada, Haçlı seferleri esnasında Batı dünyasında Hz. İsa’nın seferlerdeki konumu ile ilgili algısal değişime odaklanılmıştır. Hz. İsa’nın Haçlıları harekete geçirmek için seferlere dâhil olması süreci peygamberler tarihi ekseninde ihtiyaca binaen bir peygamberin tarihe çağrılması kabilinden değerlendirilmesi gereken bir olgusallıktır. Hz. İsa’nın anakronik durumu seferlerin işleyişinde herhangi bir olumsuzluğa sebebiyet vermediği gibi; Hz. İsa üzerinden geliştirilen bu tasavvur Hristiyan ümmetinin peygamberine bakış açısını ortaya çıkaran bir mahiyet de arz etmektedir. Ortaçağ tarihinin en karmaşık süreçlerinden biri Haçlı seferleri ve seferlerin Doğu Batı eksenindeki önemidir. Hristiyanlığın bir tutkal vazifesiyle kıta Avrupası’nı birleştirici yanı Haçlı seferlerinin fikri temellerini atmıştır. 1096 ve 1291 yılları arasında fasılalarla gerçekleşen Haçlı seferleri temel dinamiğini dini motivasyondan almakla birlikte, dünyevi faydayı ve Doğu’nun zenginliklerini de arzulayan bir düşünceyi içerisinde barındırmaktadır. Batı Avrupa kıtasının Roma’nın yıkılması akabinde geçirdiği dönüşüm ve feodalitenin bıraktığı tahribat, kilisenin gücünü artırıcı bir süreci başlatmıştır. Bu süreç içerisinde Batı Hristiyanlığının tarih tasavvuru belirli bir sona doğru ilerleyerek, Tanrı iktidarının yeryüzünde teşekkül edileceği düşüncesine yoğunlaşmıştır. Bu düşünce kiliseyi, tarihsel motor gücü kılarken; Batı Hristiyanlarını da Tanrı’nın devletine hizmet edici bir noktada konumlandırmıştır. Bu düşüncenin gerisinde Doğu’nun zenginliklerine ulaşma arzusu ve kıta Avrupa’sının yetersiz kaldığı maddi kaynakları oluşturma içgüdüsü ise Haçlı seferlerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Papalık makamının 1095 yılında Clermont Konsilinde verilen genel Haçlı vaazıyla başlattığı seferlerin amacı Kudüs’ü dinsiz addedilen Müslümanlardan geri almak ve Hz. İsa’nın yolundan yürümektir. Dönem itibariyle Kudüs Müslümanların hâkimiyet sahasında yer almakta ve Haçlı düşüncesine göre Hristiyanların kutsal şehrinin Müslümanların tasallutundan kurtarılması gerekmektedir. Kudüs’ün Hz. İsa için oldukça önemli bir yanının olması ve Hristiyan kutsallarının Kudüs ile özdeşleştirilmesi Kudüs’ün kurtarılmasında oldukça önemli bir yer işgal etmiştir. Bilhassa seferlerde İsa üzerinden yapılan vurgu Hristiyan ümmetine seferler boyunca yol gösterici bir peygamber tayin etmiştir. Bu yönüyle Hz. İsa Batı Hristiyanlarının ihtiyacına yönelik olarak yeniden tarihe çağrılmıştır. Haçlı muhayyilesinde Hz. İsa’nın seferlerin başlangıcından itibaren yol gösterici, teşvik edici ve yeri geldiğinde de azarlayıcı yanı seferlerin seyrinde olumlu bir katkıya dönüşmüştür. Burada Hz. İsa’nın seferleri dinamize eden yanı Haçlılara Doğu’ya giderken yol gösterici olması durumudur. Haçlı seferlerinin başarı paydasında ve dini motivasyonun temerküzünde oldukça önemli bir yer tutan Hz. İsa, Haçlı seferleriyle birlikte kendi çağında iddia etmediği fikirleri Haçlı seferlerinde iddia etmiştir. Bu makalede İsa tasavvurunun seferler boyunca Haçlı muhayyilesindeki yeri ve geçirdiği değişim dönüşüm ele alınmıştır. Batı Avrupa’nın ihtiyacına binaen çağrılmış İsa’nın seferleri dinamize etme ve seferlerin Tanrı dayanaklı yapıldığını deklare etme durumu, Haçlılar için meşruiyetin de kaynağı olmuştur. Makalede kaynak analizi ve kıyas yöntemi eşgüdümlü kullanılmıştır. Bu sayede Haçlı kaynaklarının mukayesesi daha sağlıklı bir şekilde yapılmıştır. Sonuç olarak Haçlı muhayyilesine göre Hz. İsa’nın (çağrılan İsa), Haçlıları düzenlenen seferlerle Hristiyanlığı ve kutsallarını Doğu’daki Müslüman tasallutundan ve saldırısından kurtarmak adına harekete geçirdiği sonucuna ulaşılmıştır. Burada Hz. İsa’nın yönlendirici güç merkezi olma durumu Haçlıların meşruiyetlerini İsa vasıtasıyla Tanrı’ya ve yerleşke itibariyle de Kudüs’e endekslediklerini aşikâr kılmaktadır. Buradan hareketle denilebilir ki Haçlılar Hz. İsa üzerinden geliştirdikleri kurguyla Haçlı seferlerinde önemli bir başarı paydası yakalamışlardır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
We offer discounts on all premium plans for authors whose works are included in thematic literature selections. Contact us to get a unique promo code!