To see the other types of publications on this topic, follow the link: Sahib Zuhur.

Journal articles on the topic 'Sahib Zuhur'

Create a spot-on reference in APA, MLA, Chicago, Harvard, and other styles

Select a source type:

Consult the top 26 journal articles for your research on the topic 'Sahib Zuhur.'

Next to every source in the list of references, there is an 'Add to bibliography' button. Press on it, and we will generate automatically the bibliographic reference to the chosen work in the citation style you need: APA, MLA, Harvard, Chicago, Vancouver, etc.

You can also download the full text of the academic publication as pdf and read online its abstract whenever available in the metadata.

Browse journal articles on a wide variety of disciplines and organise your bibliography correctly.

1

Bozorgul, Z. Urinova. "PERIOD OF INDEPENDENCE PERFORMANCE OF HISTORICAL PEOPLE IN THE PERIODIC PRESS OF UZBEKISTAN (IN THE EXAMPLE OF AMIR TEMUR)." Look to the past 5, no. 11 (2022): 5. https://doi.org/10.5281/zenodo.7310247.

Full text
Abstract:
An analysis of the activities of leading newspapers and magazines published in Uzbekistan in the promotion of objective, in-depth and consistent coverage of the spiritual heritage of our people. Many historical figures, including great figures, studied the coverage of Amir Temur and his activities in the press. Based on the historical personality of Amir Temur, the article is based on the fact that the revival of national pride in the heart of a culture-loving citizen who had great ancestors and made a great contribution to the development of mankind in the world of civilization, studying the past, serves as a great social and spiritual force and a huge force of political will at a time when the country chose the path of independent development.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
2

Gaber, Abdo Mohsen Mohammed, and Abdullah Emin Çimen. "KUR’AN’DA SIR KAVRAMI." RUSUH Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi 4, no. 2 (2024): 148–69. https://doi.org/10.71083/rusuhder.1560474.

Full text
Abstract:
Kur’ân’da sır kavramıyla ilgili tespit edebildiğimiz kadarıyla daha önce Türkiye’de bir çalışma yapılmamıştır. Bu yönüyle konu ilk defa tarafımızdan detaylı bir şekilde incelenmiştir. Geniş bir kullanım yelpazesine sahip olan sır kavramının öncelikle Arap dilindeki anlamları tespit edilmiştir. Terim anlamının yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de geldiği anlamlar üzerinde durulmuş, yakın ve zıt anlamları kelimelerin tahlilleriyle kavramın boyutları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Yakın anlamlılar arasında ketm, hafâ, batn, kenn, necvâ, setr, hicâb ve gayb gibi kelimeler; zıt anlamlılar arasında ise ‘alen, cehr, zuhur, bedv, tecliye, keşf ve şehâdet kelimeleri bu çerçevede inceleme konusu yapılmıştır. Sır ile aynı kökten türeyen sürûr kelimesi de hem Arap dili hem terim hem de Kur’an-ı Kerimdeki kullanımları açısından ayrıca ele aldığımız konular arasında yer almıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
3

Akın, Bülent, and Ozan Yılmaz. "Şeyh Ahmed Dede Ocağı’nın Yeniden Zuhuru: Teslim Abdal Ocağı (Yazılı Kaynaklar)." ALEVİLİK–BEKTAŞİLİK ARAŞTIRMALARI DERGİSİ, no. 16 (December 1, 2017): 71–138. http://dx.doi.org/10.24082/2017.abked.7.

Full text
Abstract:
Türk Edebiyatı ve Alevi-Bektaşi geleneği içerisinde önemli bir konuma sahip olan Teslim Abdal’ın hayatı, sanatı ve şiirlerine ilişkin bugüne kadar çeşitli çalışmalar yapılmasına rağmen, onun adını taşıyan Teslim Abdal Ocağı hakkında kapsamlı bir araştırma yapılmamıştır. Yazılı belgelerden Şeyh Ahmed Tavil soyundan olduğu anlaşılan Teslim Abdal’ın, veli kültü merkezli ocak yapılanmasını yaşadığı dönemde kendi etrafında güncellediği, bu vesileyle Şeyh Ahmed Dede Ocağı’ndan ve soyundan olmasına rağmen kendi adıyla yeni bir ocak yapılanmasının ortaya çıkmasını sağladığı anlaşılmaktadır. Ocak mensubu dede ve talip toplulukları tarafından süreği günümüze kadar devam ettirilen Teslim Abdal Ocağı, halen talip toplulukları üzerinde yetkinliğini korumaktadır.
 Elazığ’ın Baskil ilçesine bağlı Şıh/Şeyh Hasan (bugünkü adıyla Tabanbükü) köyünde yerleşik bulunan Teslim Abdal Ocağı’na mensup dede ve talip toplulukları arasında gerçekleştirdiğimiz saha çalışmalarımızın bir ürünü olan bu makalede, Teslim Abdal Ocağı’nın tarihî yapılanmasına yönelik tespit, değerlendirme ve incelemelerimize yer verilmiştir. Bu çerçevede, saha çalışmalarımız sırasında Teslim Abdal Ocağı’na mensup dede ailelerinin şahsî arşivlerinden elde ettiğimiz h. 1206/1207 (m. 1791- 1792), h. 20 Rebîülâhir 1207 (5 Aralık 1792), h. 24 Cemâziyelâhir 1232 (m. 11 Mayıs 1817), h. 20 Rebîülevvel 1258 (m. 1 Mayıs 1842) ve h. Rebîülâhir 1302 (m. Ocak/Şubat 1885) tarihli üç adet şecerenâme ve iki adet icâzetnâme türündeki belge ışığında Teslim Abdal Ocağı’nın tarihî yapılanması aydınlatılmaya çalışılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
4

Yiğit, Hilal. "Nef‘î’nin Şiirinde Siyaset Düşüncesi ve Memduhun İstidadı Olarak Cevher." Turcology Research, no. 83 (May 15, 2025): 231–42. https://doi.org/10.62425/turcology.1628535.

Full text
Abstract:
Cevher Antik Yunan döneminden bu yana felsefenin konusu olmuştur. Aristoteles’in Kategoriler’de etraflıca belirttiği fikirleri cevherin asla bir mevzuda bulunmaması ilkesine dayanmaktadır. Bütün arazların kendisine yüklendiği temel kategori olan cevherin Aristoteles’e göre en ayırıcı vasfı birbirine zıt arazları kabul etmesine rağmen değişmeyerek bir ve aynı kalmasıdır. Antik Yunan düşüncesinden tamamen farklı bir cevher düşüncesi ortaya koyan kelam âlimlerine göre yer kaplayan, hareket ve sükûna elverişli olan cevher ve araz sonradan meydana gelmiştir. Cevher her ne kadar zat olarak kabul edilse de bütün arazlar kaldırıldığında cevherin de varlığı son bulur. Nef‘î’nin kasideleri şairin sanatını irdeleyebileceğimiz en önemli kaynaklardandır. Şair, cevher kavramını da ekseriyetle kasidelerinde kullanarak cevheri çok çeşitli minvallerde ele alır. Nef’î, devlet erkânına sunduğu kasidelerde cevheri siyasetin konusu hâline getirerek memduhun istidadını cevher kavramı üzerinden anlatır. Makalede Nef’î’ye göre memduhun cevheri nedir, yönetici sınıfın sahip olması gereken vasıflar ve şairin devlet erkânından beklentileri nelerdir? gibi soruların cevaplanması amaçlanmıştır. Nef‘î’ye göre hükümdar ve başvezirin sahip olduğu cevher, ideal devlet adamının aklî yetkinliğini ve yönetime olan istidadını ifade eder. Arınmış bir tabiata sahip olması gereken hükümdar Nef‘î’ye göre âlemin cevherinin can suyu ve Hakk’ın tecelli ettiği bir mazhardır. Bu nedenle Nef‘î, hükümdarı tam ve kâmil, yetkin ve cömert olarak tarif eder. Hükümdarı Mirât-ı Hudâ olarak telakki eden Nef‘î’ye göre padişah hükümdarlık istidadı bakımından en yetkin surette zuhur etmiştir. Bu nedenle hükümdar, devlet yönetimi ile en ideal nizamı sağlamalı ve insanlığın mutluluğunu gâye edinmelidir. Hükümdarın mutlak otoritesine işaret eden şair onu bir anlamda Tanrı’nın gölgesi (zıllullah) olarak tanımlar. Siyasi kimliklerin hâricinde şeyhülislamın arınmış bir cevhere sahip olduğunu ifâde eden şair, Mevlânâ için yazdığı kasidesinde ise Mevlânâ’yı Hz. Peygamber’in cevherinin nuru olarak tarif eder. Bu makalede Nef‘î’nin felsefî bir kavram olan cevhere yaklaşımı ve yüklediği özgün manalar siyaset düşüncesi ve memduhun istidadı ekseninde ele alınmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
5

Wahab, Fatkhul. "KUALITAS HADIS SHAHIH, HASAN, DHAIF SEBAGAI HUJJAH DALAM HUKUM ISLAM." MAQASHID Jurnal Hukum Islam 6, no. 1 (2023): 15–32. http://dx.doi.org/10.35897/maqashid.v6i1.1009.

Full text
Abstract:
As the second source of Islamic law after the Qur'an, Hadith is divided into three, namely Sahih, Hasan and Dhaif Hadith. Sahih hadith is a hadith that fulfills the conditions: Sanad hadith is continuous, the narrator is fair, dhabith, not syadz and safe from 'illat. Hasan Hadith is a hadith that has the following criteria: Sanad is continuous, the transmitter is fair. dlabith, not syadz and not violating the history of more tsiqah narrators. Dhaif hadith is a hadith that does not meet the requirements of qabul. This is due to: Defects in the narrator and the discontinuity of the sanad. On this basis, this research was conducted with a focus on: What is the position of Sahih, Hasan, Dhaif Hadith as Hujjah in Islamic Law? This research is a literature study with a qualitative descriptive approach using the Content Analysis method. The findings in this study are the practice of Sahih, Hasan and Dhaif Hadith. Scholars agree that the Hadith Sahih and Hasan must be practiced except according to Imam Bukhari and Ibn 'Arabi, Hasan Hadith cannot be practiced. Meanwhile, there are 3 madzhabs of Dhaif Hadith: (1) It is permissible to practice absolutely, both in fadhail a'mal, and in Shari'a law with the condition that the daif is not a dhaif syadid, (2) It is permissible to practice in terms of fadhail a'mal, zuhud, advice, stories -the story, apart from sharia law and creed, as long as the hadith is not a maudu hadith, (3) it is not permissible to practice a daif hadith absolutely.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
6

Servet, Demirbaş. "Nûr Sûresi 35. Ayet Bağlamında İşârî Yorumun Sınırları." Danisname Beşeri ve Sosyal Bilimler Dergisi 4 (Mart/March 2022) (March 20, 2022): 25–49. https://doi.org/10.5281/zenodo.6370210.

Full text
Abstract:
İslâm düşüncesinde çok boyutlu yönelişler ve eğilimler vardır. Zaman içinde değişik sebeplerin bir sonucu olarak zuhur eden bu yönelişler her geçen gün geçmişle bağlarını koparmadan gelişerek devam etmektedir. Bu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri de mutasavvıflardır. Nassları irfân boyutunda yorumlayan mutasavvıflar, Kur’ân’ın tefsir ve tevilinde kendilerine hâs yöntemler geliştirmişlerdir. Kur’ân araştırmacıları, tefsirin bu yönüne işârî tefsir ve yorum adını vermişlerdir. Sûfîlerin zahir-batın düalizmi üzerine inşa ettikleri bu yöntemde bilgi kaynakları daha çok ilham, keşif ve sezgilere dayalı sübjektif bilgi nazariyesidir. Sûfîlerin, irfan boyutlarında kendi kalplerinde zuhur eden manaları ayetlerin yorumu olarak yansıtmaları nassları asıl maksadından çıkarabilecek bazı aşrı yorumları da beraberinde getirmiştir. Sahih nakle ve salim akla dayanmayan bu yorumlar zaman zaman eleştiri oklarını üzerlerine çekmiştir. Buna bağlı olarak işârî tefsir ve yorumların umur-ı âmme nezdinde kabul görmesine matuf bazı şartlar belirlenmiştir. Söz konusu şartlara uygun olan işârî yorumlar, makbul sayılırken şartlara uymayan ifrat derecesindeki yorumlar kabul görmemiştir. Bu çalışmada işârî tefsir ve yorumun tarihi süreçte ortaya çıkış sebepleri, tanımı, kabul şartları ve sınırlarının neler olduğu ele alınmıştır. Çalışmada Kur’ân’ı Kerîm’de temsili ve sembolik ifadelerin en yoğun şekilde yer aldığı, hemen her kesimden araştırmacının dikkatlerini çeken ayetlerden biri olan “nûr ayeti” diye isimlendirilen Nûr sûresinin 35. ayeti örnek olarak seçilmiştir. İşârî tefsirin oluşum sürecinden itibaren yazılan belli başlı sûfî tefsirler tetkik edilerek onların ayetteki temsillere ve metaforik ifadelere yaklaşımları incelenmiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
7

Gündüz, Ahmet. "Esbâb-ı Nüzûl’de Hz. Hamza." Journal of The Near East University Faculty of Theology 10, no. 2 (2024): 447–67. https://doi.org/10.32955/neu.ilaf.2024.10.2.05.

Full text
Abstract:
Hz. Hamza ile Resûlullah’ın (s.a.s) yakın akrabalık bağları vardır. Zira Allah Resûlü’nün amcasıdır. Her ikisi de Süveybe’den süt emdikleri için aynı zamanda süt kardeştirler. Hz. Hamza’nın annesi, Hz. Peygamber’in annesinin amcası kızıdır. Hz. Hamza’nın Hz. Peygamberle akrabalığının yanında onunla ilgili akla gelen ilk konular şecaât ve şehadet konularıdır. İman edişinde şecaat yönünün zuhur ettiği tarihi bir vakıadır. Müslümanlığından sonra bu yönü şehadeti ile zirveye çıkmış ve Allah Resûlü (s.a.s) onu şehitlerin efendisi olarak nitelemiştir. Onun müslüman oluşunda asabiyet duygularının ağır basıp kızması sonucu iman ettiği bilgisi, bazı kimselerin zihin dünyalarında az da olsa menfi bir iz bırakmaktadır. İman edişinin hep bu etken üzerine kalıp kalmadığının netleştirilmesi, onun zihinlerdeki ve gönüllerdeki saygınlığının haklı gerekçesini ortaya koyma bakımından aydınlatılması gereken bir mevzudur. Bununla birlikte Müslümanların hayatında onun vesilesi ile fıkhî bir hükmün nâzil olup olmadığı konusunun irdelenip bir neticeye varılması Hz. Hamza’nın İslâm hukukunun şekillenmesindeki yerin i izhar etme açısından önemlidir. Bütün bu mevzuların Esbâb-ı nüzûl çerçevesinde aydınlatılıp ortaya konulması önem arz etmektedir. Bu konulara dair rivayetlerin irdelenmesi ve kendisi sebebiyle nâzil olan âyetlerin tespit edilmesi Hz. Hamza’yı Kur’ân bağlamında tanıyabilme imkânı sunacaktır. Ayrıca Hz. Hamza’nın sahip olduğu şanların âyetler vesilesiyle teyit edilmesi açısından önemlidir. Hayatı, kendisi için söylenen mersiyeler vb. birçok konuda araştırmalar yapılmıştır. Ancak mevzubahis olan meziyetleri ve hakkında sahip olunan malumatlara ilişkin esbâb-ı nüzûl bağlamında müstakil bir çalışma tespit edilememiştir. Bu sebeple öncelikle sahasında en eski kaynak olan Vâhidî’nin Esbâbü’n-nüzûl adlı eseri incelenmiştir. Hz. Hamza hakkında sebeb-i nüzûl bildiren rivayetler tespit edilmiş ve bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Nüzûl sebebi bildiren rivayetlerin rivayet zincirinde adı geçtiği halde, kendisinin nüzûl sebebinde yer almadığı veya zikredilmediği rivayetler araştırmamızın maksadına bir katkı sunmayacağı için değerlendirmeye alınmamıştır. Doğru ve kapsamlı bir sonuca ulaşmak için Vâhidî’nin eserinin yanı sıra, aynı sahada farklı eserlere de müracaat edilmiştir. Bunun için aynı metotla Suyûti’nin Lübâbü’n-nükûl adlı eseri ile İbn Hacer’in el-‘Ucâb fî beyâni’l-esbâb adlı telifleri gözden geçirilmiştir. Her üç eserde yer alan ortak bilgiler kayda geçildiği gibi, birinde olup diğerinde olmayan rivayetler de değerlendirmeye alınmıştır. Elde edilen veriler nüzûl sırasına göre değil de konu bütünlüğü arz edecek şekilde bir tasnife tabi tutmuştur. Sonrasında bu rivayetlerin sebeb-i nüzûl sayılıp sayılamayacaklarına ilişkin tetkikler yapılmıştır. Bu çerçevede yapılan incelemede; iman etmesi, içkinin yasaklanması, şecaâti ve şahâdeti ile ilgili birçok rivayet tespit edilmiştir. Rivayetlerin çoğu senet zincirlerindeki birtakım nedenlerden dolayı sebeb-i nüzûl olabilecek kıstasa sahip değildir. Ancak sahip olduğu cesaret ile şehit edilmesine dair rivayetler sahihtir. Bu vesileyle nâzil olan âyetler onun bu konudaki şöhretini teyit etmektedir. Ayrıca imanın, asabiyet duygusunun gölgesinde kalmayıp hakiki bir imana dönüştüğünün kanıtı olmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
8

KOÇ, İsa. "The Hanbalī Tradition’s View of Mu‘āwiya in the Context of Abū Ya‘lā al-Farrā’s Tanzīh Mu‘āwiya." Eskiyeni, no. 48 (March 28, 2023): 95–114. http://dx.doi.org/10.37697/eskiyeni.1209998.

Full text
Abstract:
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında yaşanan olaylar, toplu olarak ya da bu olaylarda başı çeken şahıslar özelinde tartışmaların yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Mezheplerin; savaşlara katılanların tamamının kâfir olduğu, bu konularda konuşulmaması gerektiği, her iki tarafın da içtihat ederek bir karara vardığı gibi farklı değerlendirmeler yaptığı bilinmektedir. Ali ile girdiği iktidar mücadelesi, halifeliği ve bu dönemdeki faaliyetleriyle Muâviye, hakkında farklı değerlendirmelerin yapıldığı isimlerin başında gelmektedir. İslâm düşüncesinde zuhur etmiş mezhepler ve müntesipleri, Muâviye hakkında farklı kanaatlere sahip olmuş ve bu konuda bir tarafa meyletmiştir. İtikadî boyutuyla erken dönem İslâm düşüncesinin mezheplerinden biri olan Hanbelîlik, Muâviye hakkındaki yaklaşımıyla üzerinde durulmayı hak etmektedir. Bu çalışmada Hanbelî mezhebinin Muâviye hakkındaki fikirlerinin tespiti ve bunların benimsenmesindeki nedenlerin belirlenmesi amaçlanmaktadır. Sünnîlik ile Şiî düşünce arasındaki gerilimin ve Bağdat’ta yaşayan Şiîlerin, Hanbelî mezhebinin Muâviye’ye yaklaşımını etkilediği görülmektedir. Erken dönemlerden itibaren Muâviye hakkında eserler kaleme alan mezhep müntesipleri bu konuya önem vermişlerdir. Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Tenzîhü hâli’l-mü’minîne Mu‘âviyeti’bni Ebî Süfyân mine’z-zulmi ve’l-fıski fî mütâlebetihi bi demi emîri’l-mü’minîne ‘Osmân adlı eseriyle bu konunun en önemli klasiklerinden birini meydana getirmiştir. Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın Tenzîhü Mu‘âviye isimli çalışması merkeze alınarak Hanbelî mezhebinin bu konudaki düşüncelerinin panoramik sunumu; İslâm dünyasının içerisinde bulunduğu durum, iktidardaki devletlerin politikaları ve Hanbelîlerin ilişki içerisinde olduğu mezhepler (Şîa-Eş‘arîlik-Yezîdîlik) bağlamında yapılmıştır. Özellikle Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın eserinin yer aldığı el yazması mecmua, içerisindeki diğer eserlerle birlikte Hanbelîlik ile Yezîdîlik ilişkisi bağlamında önemli değerlendirmeler yapma imkânı sunmaktadır. Hanbelîlerin Muâviye hakkındaki fikirleri, Ali ve yaşanan savaşlar hakkındaki kanaatler ve sahabe arasındaki fazilet sıralaması gibi konuları da dikkate almayı gerekli kılmaktadır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
9

Avcı, Hüseyin. "Harezmli Türk Şair Zemahşerî’nin Şiirlerindeki Takva Anlayışı." Journal of The Near East University Faculty of Theology 10, no. 1 (2024): 232–56. http://dx.doi.org/10.32955/neu.ilaf.2024.10.1.09.

Full text
Abstract:
Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılan kelime ve kavramlar herkesin anlayış ve idrakine farklı biçim ve tezahürlerle yansır. Başka bir ifadeyle kişi iman ve cibilliyeti gereği bu kavramlara farklı anlamlar yükler, değişik boyutlar kazandırır. Takva da bu kavramlardan birisidir. Takva, Allah’ın (cc) Kur’ân-ı Kerim’inde, mü’mini tanımlarken birçok ayette zikrettiği, sahiplerini cennetle müjdeleyip cehennemden kurtaracağını vadettiği ve en hayırlı elbise olarak niteleyip “onları mahşerde seçkin misafirler olarak ağırlayacağım” dediği çok yönlü, çok kapsamlı bir kavramdır. Her Müslümanın taşıması gereken bir vasıf olarak Kur’ân’da defaatle zikredilen takva, tüm İslam âlimlerinin de eserlerinde üzerinde önemle durdukları, hatta hakkında müstakil eserler yazdıkları bir olgudur. Sadece İslami ilimlerin değil, nazım ve nesir türü edebiyat eserlerinde de konu edinilen takva, iman ölçeklerinin en hassası, Allah’a (cc) kurbiyyetin ve mü’minler arasında izzet, kerem ve fazilet sıralamasının da tek ve en güçlü kıstası olmuştur. Arap edebiyatının en bariz, en güçlü tezahürü diyebileceğimiz şiirler de takva konusunda oldukça zengin bir muhtevaya sahiptir. Cahiliye döneminden itibaren örneklerine rastladığımız zühd ve takva içerikli şiirler, özellikle İslamın zuhuru, siyasi ve sosyal olaylar, fetihler, kültürel etkileşim vs. sebeplerin insanın zihninde ve ruh halinde ve toplum hayatında yol açtığı değişimler ve gelişmelerle zaman içerisinde yaygınlaşarak şiirde önemli bir tema haline gelmiştir. Sanılanın aksine zühd ve takva konulu şiirler sadece Sünnî mezhepler arasında yaygınlaşmamış, Mu’tezilî, Hâricî ve Şîî ekollerin temsilcileri tarafından da revaç bulmuştur. Arapça sözlüklerde takva kelimesi korkmak, sakınmak, (kendine zarar gelme ihtimaline karşı) bazı şüpheli fiillerden uzak durmak ve kaygılanmak, korumak, korunmak, saygı göstermek, himaye etmek, dindar olmak, itaat etmek, çekinmek, Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olmak, (risklere karşı) ihtiyatlı ve dikkatli olmak, (bir şeyi kendine) koruyucu ve kalkan edinmek, hakkı sahibine teslim etmek anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise takva genel anlamda Allah’ın emirlerine itaat ve nehiylerini terk etmek olarak kabul edilmektedir. Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnete, bireysel ahlaka, akla, dayanan bir din anlayışını benimseyen Mu’tezile mensupları arasında son derece zahidâne fikir ve uygulamalarıyla tebarüz etmiş nice âlim ve fikir adamı bulmak mümkündür. Bunlardan birisi de kanaatimizce Zemahşerîdir. İslamî ilimlerin hemen her alanında değerli eserler telif eden Zemahşerî, şiirleriyle de temeyyüz etmiş, işlediği konular ve bu konuları işleyiş biçimi ile de nev-i şahsına münhasır bir üslupla birçok kaside nazmetmiştir. Belagat ve nahiv alanlarında zirve bir şahsiyet olması yanında koyu bir Mu’tezilî olması ve Usûlü Hamseye bağlılığı hasebiyle de bazı kavramlara diğer tüm âlimlerden farklı yaklaşmış, onları kendine has idrak ve bakışı ile farklı değerlendirmiştir. Onun tüm eserleri incelendiğinde görülecektir ki o bazı kavramlara özel bir önem atfetmiş, bu minvalde tevhit, adalet, akıl, takva ilim gibi kavramlara özellikle vurgular yapmış ve bu kavramları sadece eserlerinde işlemekle kalmamış, onların anlam ve içeriklerini bizâtihî hayat düstûru olarak benimsemiştir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
10

Göl, Yavuz Selim. "İslâm Öncesi Arap Toplumunun Ayrılıkçı Sloganları: Telbiyeler." Cumhuriyet İlahiyat Dergisi 29, no. 1 (2025): 338–59. https://doi.org/10.18505/cuid.1621836.

Full text
Abstract:
İnsanlık tarihi boyunca var olan dinlere ait ibadetlerin kendine has ritüelleri olmuştur. Bu ritüeller kimi zaman bir hareket kimi zaman da bir sözlü ifade olarak kendisini göstermiştir. İlahi iradenin isteği doğrultusunda başlayan ve temel olarak kutsal mekân Kâbe’nin ziyaret edilmesini içeren hac ve umre ibadetleri ritüellerin en yoğun olduğu ibadet şekillerindendir. Kâbe’yi ziyaretin önemli bir ayağı da adeta slogan atmak gibi bir eylem olan telbiyedir. Telbiye, Müslümanların hac ve umre görevini yerine getirdikleri sırada ilan ettikleri bir tevhit beyanıdır. Kâbe’yi ziyarete niyetlenen müminler, kendilerini kutsal eve çağıran Yüce Yaratıcı’ya davetine icabet ettiklerini, O’nun huzurunda bulunduklarını ve emrine amade olduklarını bu sözlerle bildirirler. Allah’ın tek, bir ve eşi olmadığını, hamd ve teslimiyetin yalnız O’na gösterileceğini söyleyerek kulluk inşası yaparlar. İslâm’ın tebliğ sürecininin sonlarına doğru artık Müslümanlar için de umre ve hac ibadetleri dinen meşruiyet kazandı. Böylelikle bu ibadetlerin önemli ritüelleri de Hz. Peygamber tarafından açıklandı. Bu vesileyle de Hz. Peygamber ile başlayana İslâm dinindeki telbiye geleneği “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk, Lebbeyk la şerike leke Lebbeyk, innel hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ Şerike lek” formu ile ilk Müslümanlar tarafından günümüze kadar kullanılan en yaygın icabet bildirisidir. Ancak telbiyenin tarihçesine bakıldığında bu çağrının başlangıcı, şekli ve formları hakkında oldukça farklı rivayetlerin olduğu anlaşılır. İlk insan Hz. Âdem’e kadar götürülen telbiye geleneği ona atfedilen bir formla başlatıldıktan sonra Kâbe’yi yeniden inşa ederek insanları Allah’ın evine davet eden Hz. İbrâhim ile yeniden devam ettirilir. Her iki peygambere nispet edilen telbiyelerin sayısı birer tanedir ve bunların formu net bir şekilde tevhidi yansıtmaktadır. Ancak Hz. İbrâhim’e kadar telbiye asıl formunu korumuşsa da Arapların putperestlik inancına yönelmesiyle birlikte ilâhî bir sesleniş olan telbiyeler çoğalmakta ve form değiştirmeye başlamaktadır. Zira İslâm öncesinde Arap toplumu içinde putperestliğin yayılması ile birlikte kabileler kendilerine ait farklı putlar edinmeye başladılar. Müşrik olarak nitelenen putperest Araplar, telbiyeyi ilahlar adına bir icabet çağrısı / bildirisi olarak gördüklerinden tapındıkları putları için de ilâhî bir kökenden gelen telbiyeleri farklı formlara çevirmeye başladılar. Dinî alanda yaşadıkları dönüşümü telbiyede de görmek istediler. Bu sebeple kendi kabilelerine, putlarına ve saygı duydukları ulu kimselere yönelik telbiyeler türetmeye başladılar. Bu telbiyeler İslâm’ın zuhur ettiği dönemlere kadar sayıları çoğalarak varlığını sürdürdü. Çünkü kabileler giderek daha güçlü hale gelmekte, küçük aileler aradan geçen zaman içerisinde daha büyük ailelere, dolayısıyla da kabilelere dönüşmekteydi. Kendilerine özgü telbiye formları ile Arap kabileleri arasında varlıklarını daha görünür bir hale getirmeyi amaçladılar. Arap toplumu için son derece önemli olan telbiyeler İslâmî dönemde de insanlar tarafından biliniyordu. İlk dönem tefsir, hadis ve İslâm tarihi kaynaklarında işlenen bu telbiyelere bakıldığında farklı tür, sayı ve formlarla karşılaşılır. Bunları ayıklamak ve anlamak ise oldukça zor bir iştir. Çünkü cahiliye dönemi Araplarının edebî gücü çok yüksekti. Doğal olarak kayıtlara geçen bu telbiyelerde edebî sanatlar da kullanılıyordu. Telbiyelerin manalarının derinlemesine anlaşılması ve değerlendirilmesi bu çalışmanın kapsamını aşmaktadır. Ancak bu çalışmada hedeflenen husus ilk olarak toplumların önemli özelliklerini de işaret eden telbiyelerin tarihi süreci gözden geçirilmesi oldu. Daha sonra İslâm’ın insanlığa tebliğinden önce var olan telbiye türleri ele alındı ve nihayetinde İslâmî dönemdeki kullanımlarına yer verilerek telbiyelerin geçirdiği süreçler tespit edilmeye çalışıldı. Sonuç olarak toplumsal açıdan önemli bir ayrıştırıcı yahut birleştirici bir hüviyete sahip olan telbiyelerin fonksiyonları belirlendi. Çalışmanın sağlıklı sonuçlar verebilmesi için dikkatli bir inceleme ile tespit edilen telbiyelerin farklı yönleri ele alındı. Ayrıca araştırmada karşılaştırma, tümevarım, tümdengelim ilkeleri ile kıyas yöntemleri ile bilimsel sonuçlara ulaşılmaya gayret edildi.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
11

UZUN, Yakup. "Sahih Kırâatlerin Tespit Kriterlerinde Gelişme ve Genişleme." Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, June 12, 2023. http://dx.doi.org/10.17120/omuifd.1275256.

Full text
Abstract:
Kur’ân-ı Kerîm, edebiyatın ve belâgatın zirve olduğu bir dönemde inmiştir. O günlere tanık olan insanlar, Kur’ân’ın sûre ve âyetlerinin eşsiz nazmı ve güzelliği karşısında aciz kalmışlar, edipler ve muallaka şairleri bile hayranlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlardır. Bu eşsiz eser, Hz. Peygamber (s.a.s.) vesilesiyle hem okunmuş hem okutulmuş hem de vahiy kâtipleri vasıtasıyla kayıt altına alınarak kuşaktan kuşağa aktarılmak suretiyle bizlere ulaşmıştır. Bu kuşakların en önemli halkalarını ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve etbâu’t-tâbiîn dönemleri oluşturmuştur. Özellikle bu kuşaklardan sahâbe, Hz. Peygamber’den işittiği ve öğrendiği kırâatleri şifahi hem de yazılı olarak aktarmada ilk halkayı teşkil etmişlerdir. Öyle ki bunlar, bizzat Hz. Peygamberden öğrendikleri kırâatleri bu şekilde aktarmanın yanı sıra Kur’ân kırâatlerine göre imlâ ve istinsah etmiş, arza-i ahîreye uygun kırâatleri iki şahit şartı ile titizlikle kaydetmişlerdir. Bu uygulamadan sonra kırâatlerin tespit kriterleri temayüz etmeye başlamış, bu kriterlerden isnat ve Mushaf imlâsı konusunda Müslümanlar arasında pek ihtilaf oluşmamasına karşın; icma, tevatür şartı gibi kriterler üzerinde birtakım farklı görüş ve yorumlar zuhur etmiştir. Arap olmayanların İslâm’a girmesiyle birlikte dildeki lahnın (hatanın) yaygınlaşması bariz bir şekilde görülür olmuştur. Bu da Kur’ân’ın doğru okunabilmesi için Arapça gramerine uygunluk, harekeleme vb. birtakım çalışmaların yapılmasını gündeme getirmiştir. Söz konusu çalışmalar ise sonraki dönemlerde belirlenen kırâatlerin sıhhat kriterlerini çeşitlendirerek ziyadeleştirmiştir. Bu bağlamda söz konusu çalışmayla kırâat ilminin tanımı kısa bir şekilde verilmiş, ardından sahih kırâatlerin tespit kriterleri Hz. Peygamber döneminden başlatılmak suretiyle sahâbe, tâbiîn ve tedvîn dönemlerini kapsayacak şekilde araştırılmış, bu kriterlerde gelişme ve genişleme olup olmadığı ortaya konmuştur. Neticede Hz. Peygamber ile başlayan bu uygulama, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde merhale merhale gelişip genişleyerek tedvîn dönemine girildiği görülmüş, tedvîn döneminde ise tekâmül noktasına ulaştığı anlaşılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
12

KIZIL ÖZTÜRK, Mensure. "Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Yerel Yönetimden Ticarete İzmirli Kâtibzâdeler." Osmanlı Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, June 1, 2023. http://dx.doi.org/10.21021/osmed.1288637.

Full text
Abstract:
XVIII. ve XIX. yüzyılda önemli bir ticaret ve liman kenti olan İzmir’de meşhur bir eşraf olarak zikredilen Kâtibzâdeler, kadılık ve kurucusu oldukları vakıfta müderrislik başta olmak üzere voyvodalık, mutasarrıflık, âyanlık gibi yerel yönetim dâhilindeki idari vazifelerde bulunmuşlardır. Yakınçağ başlarından itibaren üstlendikleri Gümrük Eminliği, Bina Eminliği ve İhtisap Nazırlığı gibi görevler mukabilinde İzmir limanındaki ticari gelirlerin kontrolünü sağladıkları gibi İzmir pamuk ve pamuk ipliği rüsumu, geliri yüksek olan İzmir Kalemi Cizye rüsumu, Taze Meyve Gümrüğü ve mukataası gibi önemli gelirleri tasarruflarına almışlardır. Bu bağlamda bir kıyı kenti hüviyeti taşıyan İzmir’in idari ve iktisadi tekelinde söz sahibi olarak bir dönem boyunca ciddi yükselişlere sahip olduklarını ve iktidarlarını ticari olanakları ile zirveye taşıdıklarını görmekteyiz. Kâtibzâdeler zuhur eden iltimassızlık, rüşvet ve keyfiyet durumlarında ise hanedanzâde olarak gerekli uygulamalara tabii olmuşlardır. Bilhassa XIX. yüzyılın sonlarına doğru aile üyelerinin mağduriyetleri olduğu gibi İzmir ticari hayatına dâhil olanlar da söz konusudur. Bu çalışmanın amacı, Yakınçağ döneminde Osmanlı’nın en büyük kentlerinden biri olan İzmir’deki Kâtibzâde aile üyelerinin arşiv belgelerine göre tespit edilmesi ve haiz oldukları idari vazifelere binaen elde ettikleri gelirler ile ticaret erbabı olduklarının ortaya çıkarılması yönünde bir araştırma niteliğinde olmasıdır. Kâtibzâdeler üzerinde yapılmış olan teferruatlı bir çalışmanın olmayışı Osmanlı arşiv belgelerinden büyük oranda istifade edilmesine vesile olmuştur.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
13

BULUT, Halil İbrahim. "İbn Hazm’ın Mûcize Anlayışı." Kader, May 23, 2023. http://dx.doi.org/10.18317/kaderdergi.1246786.

Full text
Abstract:
Zâhiriyye ekolünün en büyük temsilcisi olan Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî (öl. 456/1064) fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair kimliği ile önemli eserler vermiş bir âlimdir. Diğer dinlere karşı İslamiyet’in üstünlüğünü savunduğu gibi, İslam düşüncesi içinde ortaya çıkan mezheplere karşı da Ehl-i sünnet anlayışını ısrarlı bir şekilde savunmuştur. Eserlerinde kelam ilminin hemen her konusuna yer vermiş, bu bağlamda nübüvvetin imkânı, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve nübüvvet halkasının son temsilcisi olduğuyla alakalı konularla yakından ilgilenmiştir. Bu çalışma, el-Fasl başta olmak üzere el-Usûl ve’l-fürû‘, ed-Dürre fî mâ yecibu i‘tikâduhu ve İlmü’l-kelâm alâ mezhebi Ehli’s-sünne ve’l-cemâ‘a adlı eserlerinden hareketle İbn Hazm’da nübüvvetin imkanı, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve bunun ispatında mûcizenin yeri ve önemi gibi konulara yer verilmiştir. İslam âlimlerinin hemen hepsi peygamberlerin tanınmasında sistemlerini mûcize delili üzerine kurmuşlardır. Onlara göre peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasını teyit edecek olağanüstü bir delil/deliller getirmesi gereklidir. Muhataplarını dinen sorumlu tutabilmesi için bunu yapması zorunludur. Bir hadisenin peygamberlik iddiasında bulunan şahsı tasdik eden bir delil olabilmesi ve mûcize diye isimlendirilebilmesi için; ilâhî bir fiil olması, olağanüstü bir tarzda zuhur etmesi, peygamberlik iddiası ve tehaddî ile birlikte meydana gelmesi, iddiadan hemen sonra zuhur etmesi gibi özellikler taşımalıdır. İşte bu özelliklere sahip olan bir delilin, başkaca delillere ihtiyaç duymadan iddia sahibinin doğruluğunu ispat edeceği kabul edilir. Kelamcılar, peygamberin doğru sözlü olduğunu gösteren onlarca delilin arasında sadece tehaddî özelliği bulunanlara mûcize adını vermişlerdir. Dolayısıyla mûcize kavramının kelamcılar tarafından icat edilmiş özel bir kavram olduğunda şüphe yoktur. Çalışmanın omurgasını oluşturan İbn Hazm’ın konu hakkındaki görüşlerine bakıldığında şunları ifade etmek gereklidir. İbn Hazm, öncelikle nübüvvetin imkân dâhilinde olduğunu, yüce Allah’ın insanlar arasından elçiler seçip göndermesinin tarihen vuku bulduğunu ve inanç esasları bakımından peygamberler arasında bir fark olmadığını açıklamıştır. İbn Hazm, peygamberlerin tanınıp bilinmesinde mûcize faktörüne ağırlık vermiş, bir bakıma sistemini bu esas üzerine inşa etmiştir. Ancak o, mûcize kavramını kelamcıların kabul ettiği şekilde kullanmaya pek özen göstermemiş, kelam kitaplarında gördüğümüz şekilde mûcizenin özelliklerini ya da vasıflarını açıklamak ve sıralamak gibi bir hedefi olmamıştır. O, uzun bir zaman diliminde kavramlaşan mûcize terimini –söz konusu hassasiyetleri dikkate almadan- peygamberlere ait her bir hârikulâde olay için kullanmıştır. İbn Hazm’ın mûcize anlayışıyla alakalı olarak en fazla dikkat çeken husus, mûcizenin bir şartı olarak tanımlanan tehaddî vasfını zorunlu görmemesidir. O, tehaddî şartını mûcizenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edenleri eleştirmiş ve böyle bir anlayışın Hz. Peygamber’in mûcizelerini sınırlandıracağını ileri sürmüştür. Şayet tehaddî bir şart olarak kabul edilirse, bu durumda yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi, mescitteki kütüğün inlemesi, bazı hayvanların gelip şikâyetlerini açıklamaları gibi olağanüstü olaylar mûcize kapsamı dışında kalacaktır. Bu da Hz. Muhammed’in peygamberlik delillerini sınırlandırmak anlamına gelecektir. Ona göre hârikulâde hadiselerin yaratıcısı yüce Allah’tır ve bunları sadece elçilerini tasdik etmek için yaratır. Peygamber olmayanlardan zuhur eden hadiseler ise hârikulâde olarak isimlendirilemez. Dolayısıyla peygamberlik iddia eden bir kimsenin elinde gerçekleşen hârikulâde olaylar, mûcize olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple olacak ki peygamberlerden zuhur eden her bir hadiseyi bağlamına ve mahiyetine bakmaksızın mûcize diye isimlendirmiştir. Netice olarak İbn Hazm’a göre tabiatta vuku bulan hadiseler iki türlüdür; olağan hadiseler ve hârikulâde hadiseler. Bu ikinci türe mûcize demiş ve bunları sadece peygamberlerin elinde zuhur eden olaylarla sınırlandırmıştır. Bunlar –ister tehaddî vasfı taşısınlar isterse taşımasınlar- mûcize olarak isimlendirilmelidir. Peygamberlerin dışındaki insanlardan zuhur eden hadiseler ise hârikulâdelik özelliğine sahip değillerdir. Eğer bu hadiselerin hârikulâde olduğu iddia edilirse, peygamberlerin delilleri sakatlanmış olur. Bundan dolayı yüce Allah, sadece elçileri için bu hadiseleri yaratmıştır. Şu halde İbn Hazm’ın düşüncesinde kerâmet, sihir, istidraç, maûnet gibi kavramların bir karşılığı yoktur. Doğrusu onun bu tutumu Mu‘tezilî gelenekle örtüşmektedir. O, hârikulâde olayları sadece nebilere tahsis ederek mûcizeye yöneltilebilecek eleştirileri baştan önlemeye çalışmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
14

ÇINAR, Fatih. "Şemseddîn-i Sivâsî’nin Mevlîd’inde Hz. Peygamber’in Ontolojik Konumu ve Ahlâkî Yetkinliği." UMDE Dini Tetkikler Dergisi, December 18, 2022. http://dx.doi.org/10.54122/umde.1188150.

Full text
Abstract:
Türk-İslâm geleneği içerisinde Hz. Peygamber’in ontolojik konumu, ahlâkî değeri ve O’na duyulan sevgiyi ifade etmesi bakımından mevlîd geleneği büyük bir öneme sahiptir. Anadolu’da, bilhassa Sivas ve civarında yüzyıllardır okuna gelen mevlîd türü eserlerin başında Şemseddîn-i Sivâsî’nin Mevlîd’i gelmektedir. Sivâsî, bu eserinde, vahdet-i vücûd düşüncesi bağlamında Hz. Peygamber’in ontolojik konumunu ve ahlâkî yetkinliğini konu edinmiştir. Şemseddîn Efendi, nûr-i Muhammedî, ef’âl, sıfât ve Zât tecellîleri, Hakk’ın zuhûru, insana verdiği değer, mârifet telakkîsi, Hz. Peygamber’in mûcizeleri, O’nun nûrunun her ân zuhûr ettiği yönündeki söylemi, nefis mertebelerini kat etmede Hz. Peygamber’in nûru ile seyrin önemine dâir vurguları, mirâcın manevî boyutuyla ilgili aktardıkları, fenâ, bakâ, cem‘, fark, aşk, şevk gibi kavramlar çerçevesindeki değerlendirmeleriyle Hz. Peygamber’in ontolojik bakımdan konumuna ve Hak katındaki değerine dâir fikirlerini serdetmiştir. Sivâsî, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in değerine işaret eden bazı âyetleri aktarması, Hz. Peygamber’in sünnetine ittibânın önemini sıklıkla vurgulaması, iffetli, sâdık, cömert ve güler yüzlü olması, dünya için kızmaması, sabırlı olması, özrü kabul etmesi, boş söz konuşmaması, az yemesi, hastayı ziyaret etmesi, alçak gönüllü olması, yetime sahip çıkması, az uyuması, hilm, hayâ sahibi ve mütevekkil olması, ibadete düşkünlüğü ve savaş hukûkuna riâyetkâr olması gibi sıraladığı ahlâk-ı Nebî tasvîrleri ile O’nun insân-ı kâmil olarak yetkin ahlâk sahibi oluşuyla ilgili düşüncelerini aktarmıştır. Makalede, Sivâsî’nin Hz. Peygamber’in rûhî ve fizikî yönleri arasında kurduğu denge göz önünde bulundurularak, Kur’ân ahlâkını temsîl konumunda olan Hz. Peygamber’e dâir değerlendirmeleri, Mevlîd adlı eseri bağlamında ele alınmıştır. Sivâsî’nin Hz. Peygamber’e dâir ontolojik ve ahlâkî değerlendirmelerinde vahdet-i vücûd düşüncesinin temsilcileri ve mevlîd müellifleri içerisinde etkilendiği bazı isimler üzerinde de durulmuştur.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
15

Futuvvet, Ubeyd. "Şiî Kaynaklara Göre On İki İmamın Aşırı Şiîlere Yaklaşımı." e-Makalat Mezhep Araştırmaları Dergisi, December 28, 2024. https://doi.org/10.18403/emakalat.1581798.

Full text
Abstract:
İslam mezhepleri tarihi kaynakları, Müslümanlar arasında çıkan fırkaların daha çok Şîa fırkaları içerisinde tezahür ettiğini vurgulamaktadır. Bu çalışmanın amacı, aşırı Şiî fırkaların ortaya çıkışı, ortaya çıkış sebepleri, onların ileri sürdükleri fikir ve düşünceleri, İsnâaşeriyye imamlarının aşırı Şiî fırkalar ve onların liderleri ile irtibatları, imamların onlara karşı tavır ve tutumlarını incelemektir. Yöntem olarak ilgili veriler önce incelenmiş, konuyla alakalı kısımlar değerlendirilmiştir. Tez özeti mahiyetinde olan bu araştırmada Müslümanlar arasında meydana gelen aşırı Şiî görüşlerin hicrî birinci asırda ortaya çıktığı ancak yoğun olarak hicrî ikinci asrın ikinci çeyreğinde zuhur ettiği, aşırı Şiî fırka liderlerinin bazılarının önce imamlarla yakın ilişkisi olup daha sonra imamlar tarafından reddedildikleri tespit edilmiştir. Ayrıca bu fırkaların ulûhiyet, nübüvvet, hulûl, tenasüh, teşbih, bedâ gibi düşüncelere sahip oldukları da çalışmanın bulgularındandır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
16

Çelik, İmran. "Müberred’in Kıraatlere Yaklaşımı ve Sahih Kıraat Eleştirisi." Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, December 20, 2024. https://doi.org/10.51553/bozifder.1529217.

Full text
Abstract:
Kur’an tarihi, Kur’an metninin lafzen ve manen korunması çabalarına şahit olunmuş şeffaf bir süreçtir. Hz. Peygamber’den sonra, Hulefâ-yi Râşidîn, Tâbiîn ve Ümmet-i Muhammed, Kur’an’ın korunması, tahrif ve tağyirden uzak tutulması; doğru, sahih ve kolay okunması ve kıraat farklılıklarının muhafazası noktasında kıymetli çabalar ortaya koymuşlardır. Kur’an metninin sonraki nesillere tevâtüren nakli hususunda tartışma olmamasına karşın, kıraat farklılıklarının -âhâd haber kabilinden değerlendirilip- sahihliği meselesi eleştirilmiş ve tartışılmıştır. Bu eleştiriler ilk dönem daha çok Arap dili bilginleri tarafından dil eksenli devam eden tartışmalar mahiyetinde sürdürülmüştür. Sîbeveyhi (ö. 180/796) tarafından ilk defa başlatıldığı kabul edilen bu süreç, öğrencisi Ebü’l-Abbâs el-Müberred (ö. 286/900) tarafından devam ettirilmiştir. Sonraki dönemlerde bu tartışmalar; kıraatlerin zuhuru, kapsamı, dayanağı, mütevâtir-sahih kıraat kavramları, mütevâtirliğin Hz. Peygamber’e mi, Hz. Osman (ö. 35/656) mushaflarına mı yoksa kıraat imamlarına mı dayandırılacağı, yedi kıraatin mi on kıraatin mi mütevâtir olduğu eleştirilmiş ve tartışılmış hususlardır. Müberred, dilci yönü ile meşhur olsa da eserlerinde kıraatlere yer vermiş ve sahih kıraatleri eleştirmesi ile de meşhur olmuş âlimlerden biridir. el-Muktedab ve el-Kâmil adlı eserlerinde dil kaidelerini ele aldığı yerlerde 500 civarındaki ayetlerde kıraat farklılıklarını istişhad olarak değerlendirmiştir. Müberred, namaz kıldığı bir mescitte imamın namaz esnasında tilavet ettiği ayet hakkında: “Böyle okuyanı namazda görsem ayakkabılarımı alır o namazı terk ederdim.” şeklinde bir beyanı olmuş, sahih bir kıraat hakkındaki bu sözleri, hangi gerekçeyle ve hangi ayet(ler) hakkında söylediği tarafımızca merak konusu olmuştur. Bu araştırmada, sahih/mütevâtir kıraatlerin eleştirilip eleştirilemeyeceği daha çok kavramsal çerçeve endeksli ele alınmıştır. Müberred’in hayatına çok kısa olmak kaydı ile değinilmiş ve özellikle konumuzu ilgilendiren eserlerinde kıraatleri nasıl ele aldığı ifade edilmiştir. Müberred’in kıraat hususuna nasıl yaklaştığı maddeler halinde izah edildikten sonra bu araştırmanın asıl konusu olan sahih kıraatleri nasıl eleştirdiği incelenmiştir. Başlıklar halinde örneklem metodu ile ele alınan sahih kıraat eleştirileri tahlil edilmiştir. Bu eleştirilerin sonraki süreçte kıraatlere yönelik yapılan genel eleştiriler için mesnet kabul edilip edilemeyeceğinin tespit edilmesi yoluna gidilmiştir. Bu çalışma sonunda, Müberred’in kıraatleri sadece Arap dil kaidelerine istişhad bağlamında ele aldığı; kıraat alanının temel problemlerine dair değerlendirme yapmadığı, sahih kıraat eleştirisinde de ait olduğu Basra dil ekolünün refleksleriyle hareket ettiği, sert söylemler kullansa da sonunda hocası Sîbeveyhi gibi “Kıraatler, tabi olunan bir sünnettir.” anlayışına teslim olduğu, tutumunda kaldığı gözlemlenmiştir. Eleştirdiği kıraat farklılıklarının Kur’an tarihine, kıraatlerin sahihliğine zeval getirecek bir mahiyette olmadığı, tüm söylem ve izahlarının sadece Arapça kaideler çerçevesinde cereyan ettiği görülmüştür.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
17

ÇİN, Gökhan. "Populism as a Syndrome: The Political Psychology of Populist Antagonism." Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, September 4, 2022. http://dx.doi.org/10.33630/ausbf.1132843.

Full text
Abstract:
Bu makalede, küresel düzeyde hızla yükselişe geçen popülizmin halk ile seçkinler arasında vuku bulan antagonistik mahiyetinin siyaset psikolojisi eksenli değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu bağlamda, fail ile yapı arasındaki münasebetin diyalektik bir biçimde gerçekleştiği argümanından hareketle, bireylerin neden popülist politikalar benimseyen siyasetçileri desteklediği ve popülizmin hangi psikolojik etkenler hasebiyle yükselişe geçtiği sorgulanmıştır. Bu perspektiften hareketle, popülizmin ayırt edici nitelikleri olarak halk merkezcilik, seçkin karşıtlığı ve genel irade kapsamında tecessüm eden otoriter lider unsurları üzerinde spesifik olarak durulmuştur. Söz konusu nitelikler, siyaset psikolojisi eksenli bir yaklaşım dahilinde bilhassa toplumsal kimlik, grup aidiyetliği ve narsisizm temelinde mütalaa edilmiştir. Çalışmada popülizmin temsili demokrasinin gölgesinde zuhur eden bir sendrom olduğu argümanı benimsenmiştir. Bu bakımdan popülizmin, mevcut demokrasi bunalımlarını farklı biçimlerde ve ekseriyetle anti demokratik minvalde gündeme getirdiği ileri sürülmüştür. Nihayetinde, mevcut eşitsizlik ve adaletsizlikler karşısında pejoratif duygulara sahip bireylere seslenerek spekülatif bir “kurtuluş” vaadinde bulunan popülizmin 21. yüzyıl itibarıyla yükselişe geçmesinin alternatif grup ve toplumsal kimlik aidiyetliğine bağlı olarak beliren kolektif narsisizm ile ilişkili olduğu vurgulanmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
18

AKMAN, İlyas. "EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN ZAZA EDEBİYATININ İLK HİKÂYE KİTABI CER HARD COR ASMEN: KÖY VE KÖYLÜLER." Journal of Mesopotamian Studies, September 27, 2022. http://dx.doi.org/10.35859/jms.2022.1173447.

Full text
Abstract:
Edebiyat ile sosyoloji disiplinlerinin kıyısında kurulmuş olan edebiyat sosyolojisinde, edebî eserlerî sosyolojik açıdan analiz etme önemli bir yer tutar. Her ne kadar kurgusal ürünler olsalar da dünyanın birçok ülkesinde öteden beri edebî eserler, içinden çıktıkları toplumu anlamak isteyen araştırmacılar için önemli analiz metinleri olarak görülmüş ve zaman zaman onlara “sosyolojik belge” gözüyle bakılmıştır. Zaza edebiyatı, edebiyat sosyolojisi açısından uygun bir içeriğe sahiptir. Zazaları yakından tanımak isteyen araştırmacılar için Zazaca yazılmış olan hikâyeler, romanlar, şiirler ve diğer edebî türler önemli analiz “malzemeleridir.” Fakat şu ana kadar bu eksende yapılan çalışmaların sayısı son derece azdır. Makalede Kemal Astare’nin Zazaca yazdığı Cer Hard Cor Asmen (Aşağısı Yer Yukarısı Gök) isimli kitabı edebiyat sosyolojisi açısından analiz edildi. Analizin merkezine ise köy ve köylüler konuldu. Kitap sosyolojik birçok bilgiyi içinde barındırır. Bu da hem edebiyatçılara hem de sosyologlara ciddi malzemeler sunar. Köyün ve köylülerin ne tür niteliklere sahip oldukları; köy yaşamının vazgeçilmez unsurlarının neler olduğu; iyiliğin ve kötülüğün köyde nasıl zuhur ettiği; köylülerin dış dünyayla kurdukları/kurmadıkları ilişki biçimleri; gelenek ve göreneklerin köyün sosyal yaşamına nasıl etki ettiği gibi konular makalede analiz edildi.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
19

Çokdoğan, Ümran. "DİNLER AÇISINDAN KUDÜS VE ÖNEMİ." Kadim Akademi SBD, June 22, 2024. http://dx.doi.org/10.55805/kadimsbd.1420556.

Full text
Abstract:
Kudüs, semavi menşeli olarak zuhur eden Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi dinlerde mukaddesiyatı doruk noktasına ulaşmış ve içerisinde farklı kültürleri aksettiren bir şehirdir. Bu bağlamda Kudüs, ilahi dinlerin perspektifinde hem geçmişin hem de geleceğin gönüldaş bir beldesi olarak nitelendirilmiştir. Kudüs’ün çeşitli dönemlere öncülük ettiği ve deneyimlediği teolojik ve kültürel yansımanın semavi dinler yönünden ehemmiyeti analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu doğrultuda Hz. İbrahim’den itibaren Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed’in dönemine kadar geçen süreçte, Kudüs’te gerçekleşen bazı toplumsal ve teolojik vakalar incelenmiş ve bu konu hakkında önem arz eden bazı bulgulara ulaşılmıştır. Tarih sürecinde ilk olarak, Kenan topraklarında birtakım olumsuzluklar yaşayan Yahudiler, Mısır’a doğru intikalleri sağlansa da bazı problemlerle yüz yüze kaldıkları aktarılmaktadır. Yahudilerin yaşadığı bu vakaları nihayetlendirmek üzere, Hz. Musa’nın öncülüğünde vadedilen topraklara doğru tekrar bir göç hareketinin yaşandığını görmek mümkündür. Kral Davud, Kudüs’ü başkent olarak ilan etmiş ve Yahudilerin tek çatı altında yaşamalarını sağlamıştır. Kudüs’te bulunan ve inşası Kral Süleyman döneminde yapılan mabed, Yahudiler açısından değer atfeden seçkin bir yapı olarak kabul edilmektedir. Mabed, tarihin farklı dönemlerinde Babil ve Romalılar tarafından, büyük bir tahribata maruz kalmıştır. Kudüs, Hz. İsa’nın yaşadığı ve irşat görevini yerine getirdiği bir coğrafya olarak tarif edilmektedir. Bu minvalde hem ‘‘son akşam yemeği’’ Evharistiya’nın bu mevkide zuhur etmesi hem de bölgenin hac mekânı olarak addedilmesinden dolayı Hristiyanlık nezdinde ehemmiyetli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Ayrıca Müslümanların ilk kıblesi statüsünde olan Mescid-i Aksa’ya kucak açıp, İsrâ ve Miraç gibi hadiselere ev sahipliği yapan Kudüs, İslam âleminde önem arz eden bir konumda yer almaktadır. Bu makalede ilahi dinlerden olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam çerçevesinden Kudüs’ün teolojik ve kültürel değerleri; peygamberlerin Kudüs’teki yaşam dizisi ve faaliyetlerini, tarihsel süreç içerisinde metodolojik olarak tetkik edilmeye gayret gösterilecektir. Bu incelemeyi tatbik ederken semavi dinlerin Kutsal Kitapları, tez, makale ve konuyla ilgili bazı kitaplardan istifade edilmiştir. Yapılan bu çalışmanın neticesinde ilahi dinlerin peygamberleri, hükümdarları ve dinler tarihinde aktif rol alan bazı şahsiyet ve devletlerin yaşadıkları sosyo-kültürel ve dinsel hadiselerle paralel, Kudüs’ün önemi aktarılmaya çalışılacaktır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
20

Soltani, Mohammad Ali. "Ehl-i Hakk’ın Görüş ve Eserlerinde Hacı Bektaş Veli: Ehl-i Hakk, Bektaşiyye ve Haksariye Arasındaki Benzerlikler." Edeb Erkan, November 30, 2023. http://dx.doi.org/10.59402/ee004202304.

Full text
Abstract:
Bu çalışma, Ehl-i Hakk metin, inanç ve sözlü kültüründe Hacı Bektaş Veli’yi konu edinmektedir. Ehl-i Hakk metinlerinde Hacı Bektaş Veli’nin ismi çok az geçmektedir. Ehl-i Hakklar Hacı Bektaş Veli’nin adını daha çok sözlü kültürden tanımaktalardır. Ehl-i Hakk metinlerinde Sultan Sehak Hacı Bektaş Veli’de zuhur etmiş, u onun zatında Şah-ı Mihman olmuştur. Bu mihmanlık sonrası Hacı Bektaş Veli Rum’a gidip burada yerleşmiştir. Sultan Sehak’ın Hacı Bektaş Veli şeklinde zuhurunun bir benzeri de Haksariye tarikatı kurucusu olan Şah Seyyid Celaleddin Haydar’da görülmüştür. Buna göre Şah Seyyid Celaleddin Haydar da Şah-ı Mihman’dır. Gelişen zaman ve olaylarla birlikte Ehl-i Hakk, Bektaşiye ve Haksariye arasındaki bağlar kopmuş, her üç yol farklı erkân ve bilgiye sahip olmuşlardır. Eldeki mevcut veriler ve bu veriler etrafından yapılan değerlendirilmeler neticesinde Ehl-i Hakk, Bektaşiye ve Haksariye’nin birçok ortak yönü olduğu görülmüştür. Bu üç yola ait inanç, tarih, erkân ve mekânlardan yola çıkılarak geniş bir tahkikat yapıldığında bunların birçok ortak yöne sahip olduğu anlaşılabilir, özellikle Ehl-i Hakkların elinde bulunan Serancam adlı metinler yeniden değerlendirilerek bilinenden daha fazla veriye ulaşılabilir. Bu üç yola ait verilerden elde edilecek sonuçlar bize uzun zamandır izah edilemeyen birçok sınırlı bilgiyi anlaşılır kılacaktır. Bu aynı zamanda farklı coğrafyalara dağılmış ve birbirinden farklılaşarak adeta aralarında hiçbir bağ kalmamış gibi görünen Ehl-i Hakk, Bektaşi ve Haksariye’nin aslında ne kadar ortak özellikleri olduğu ortaya koyacaktır. Bu çalışma, Ehl-i Hakk, Bektaşiye ve Haksariye arasında benzer noktalara değinecek, bu üç yolun ortak yönlerine değinecek ve bu konuda yapılacak çalışmalara mukaddime olacaktır. Buradan hareketle yeni çalışmaların ortaya çıkması amacıyla konuya dikkat çekecektir. Anahtar Kelimeler: Ehl-i Hakk, Sultan Sehak, Hacı Bektaş Veli, Bektaşiye, Haksariye.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
21

FİDAN, Gülşah Gaye. "Harften Vahdete Bir Yolculuk: Hamdî Baba Divanı’nda Hurûfîlik." HİKMET-Akademik Edebiyat Dergisi (Journal Of Academic Literature), September 15, 2023. http://dx.doi.org/10.28981/hikmet.1332423.

Full text
Abstract:
İnsanlık tarihinde oldukça eski bir geçmişe sahip olan Hurûfilik, kâinatın yaratılış sırrının harf ve sayılarda gizli olduğuna inanılan ve onlara sembolik anlamlar yüklenerek bu sırrı açıklamayı amaç edinen bir öğretidir. İslam medeniyetinde Fazlullah-ı Hurûfî tarafından sistemleştirilen bu anlayış pek çok müellif ve şairi etkilemiş, pek çok divan ve tekke şairi bu felsefeyi eserlerine yansıtmışlardır. Bunlardan biri de on dokuzuncu yüzyılda yaşamış Antepli şair Hamdi Baba’dır. Bektaşî meşrepli bir şair olan Hamdî Baba, İslam'ın ana itikadî esaslarına zarar vermeden Bektaşîlikteki mistik öğretileri ve sembolleri sanatsal bir şekilde dile getirmiştir. Onun şiirlerinde, tarikatın ruhaniyeti ve manevi hedefleri, özenle işlenmiş ifadelerle aktarılmıştır. 
 Bu çalışmada, Hurûfîlikle ve Hamdî Baba ile genel bilgi verildikten sonra şairin divanı incelenmiştir. Divanda şairin harflerle yaptığı kelime oyunlarının yer aldığı şiirler bulunmaktadır. Ancak bunların dışında özellikle bütün harflerin başlangıcı olan noktanın yaratılışın da başlangıcı kabul edilmesi, yaratılışın sırrının bu noktada olduğuna inanılması, Besmele’nin “be” harfinin noktasının Hz. Ali olarak kabul edilmesi, yirmi sekiz ve otuz iki harfin insan yüzündeki zuhuru ve bu anlayış doğrultusunda insan yüzünün Kur’an’a benzetilmesi gibi yaygın kullanılan Hurûfîlik tevilleri divanda çokça tespit edilmiştir. Eserde önemli ölçüde yer bulan bu Hurûfî argümanları belirlenerek beyitler bu bakış açısıyla değerlendirilmiş ve açıklanmış, Hamdî Baba’nın Hurûfî bir şair olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
22

ÖLMEZ, Sadi. "Hâricîliğin Ortaya Çıkışı ve İbâzî Anlayışında Hâricîlik Yorumu." Van İlahiyat Dergisi, November 17, 2022. http://dx.doi.org/10.54893/vanid.1189272.

Full text
Abstract:
Her ne kadar Hz. Peygamber döneminde yaşanan bir ganimet taksimi sonucunda Hâricî anlayışının ortaya çıktığı iddia edilmişse de bir fırka olarak zuhur etmeleri Sıffin savaşında olmuştur. Hz. Ali ve Muâviye arasındaki tahkim meselesinde ‘‘Hüküm ancak Allâh’ındır’’ şiarıyla şöhret kazanan bu oluşum Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı isyanını geride bırakacak kadar ön plana çıkmıştır. Öyle ki Sıffin savaşı denilince araştırmacılar Muâviye ve yaptıklarından çok Hâricîler ve yaptıkları üzerinde durmaktadırlar. Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, Hâricîlik ve Hâricîlerin genellikle Sünnî kaynaklar çerçevesinde değerlendirilmesidir. Hâricilik ve Hâricîler konusunda objektif olabilmenin yolu bizzat Hâricîlerin ya da Hâricîlerle bağlantılı fırkaların kaynaklarına müracaat etmek olduğunu söyleyebiliriz. Hâricîler, itikadi veya fıkhi bir mezhep olarak sistemleşen bir oluşum değildir. Ancak Hz. Ali’den ayrılıp Harûrâ denilen yerde toplanan gurup arasında daha sonraları İbâzî adıyla bilinecek olan mezhebin öncüleri de yer aldığı için, İbâzî mezhebi Hâricî bir fırka olarak bilinmektedir. Hicrî 64 senesinde Harûrâ ehli kendi arasında fırkalara ayrılmıştır. Bu ayrışmanın temel sebebi, özellikle Nâfi’ b. Ezrâk’ın şiddeti meşru görüp kendileri gibi düşünmeyen diğer Müslümanları tekfir etmesi, kanlarını, mallarını ve ırzlarını helal saymasıdır. Bu ayrışmadan sonra Hâricîler Ezârikâ, Sufriyye, Necdiyye/Necedât ve İbâziler şeklindeki isimlendirmelerle anılmışlardır. İbâzîler radikal tutumlarından ötürü bu fırkalardan beri olduğunu özellikle belirtmiştir. Abdullah b. İbâz ve Emevî halifesi Abdulmelik b. Mervân arasında geçen yazışmalarda bu durum özellikle vurgulanmıştır. Ancak Hâricîlik konusu ele alınırken bu ayrışmanın niçin olduğu göz ardı edilmiş olup, ılımlı bir anlayışa sahip olan İbâziler, şiddet ve tekfir yanlısı olan diğer Hâricî fırkalarla aynı kategoride değerlendirilmiştir. Yine söz konusu yazışmalarda yer aldığı üzere İbâzîler böyle bir genellemeye şiddetle karşı çıkmış ve kendilerinin diğer Hâricî fırkalardan ayrı bir şekilde değerlendirilmeleri gerektiğini belirtmişlerdir. Çalışmamızda İbâzîlerin bu tutumuna ve gerekçelerine yer verilmiş olup, gerek kendi kaynakları gerekse de Sünnî kaynaklar referans gösterilerek izah edilmeye çalışılmıştır. Diğer önemli bir husus ise İbâzîler Hâricî olarak isimlendirilmek istemezler. Onlar kendilerini Şurât, Ehlu’l-İstikâme, Hâruriye ve Vehbiye olarak isimlendirilmeyi daha uygun görmüşlerdir. Günümüze kadar ulaşabilmeyi başaran İbâzî mezhebi Hâriciler ve Hâricîlik konusunda özgün görüşlere sahip olmakla birlikte, kendilerini Hâricî olarak görüp görmedikleri konusunda da fikir beyan etmişlerdir. Ayrıca Hâricîliğe yaklaşımları ve tanımlamaları Sünnî kaynaklarda zikredilenle farklılık arz etmektedir. Hâricîlerle olan bu bağlantıları ve günümüze kadar ulaşmış olmalarından ötürü objektiflik açısından Hâricilik konusunda İbâzî kaynaklara müracaat etmek bir gerekliliktir. Ancak İbâzîlerin daha çok Sünnî kaynaklara bağlı kalınarak tanıtıldığını söyleyebiliriz. Böyle bir yaklaşım ise İbâzîlerin doğru anlaşılmamasının yanı sıra onların başta Ezârikâ olmak üzere diğer Hâricî fırkalarıyla bir tutulmasına da neden teşkil edebilir. Bu çalışmamızda İbâzilerin, Hâricî ve Hâricilik konusuna yaklaşımları ve kendilerini Hâricî bir fırka olarak görüp görmediklerini bizzat onların kaynaklarını temel alarak ele almaya çalışacağız.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
23

Ethem, Mürsel, and Sabri Demir. "Kur’an’da “Tâgût” Kavramına Farklı Bir Bakış." Tefsir Araştırmaları Dergisi, April 29, 2024. http://dx.doi.org/10.31121/tader.1403798.

Full text
Abstract:
Bütün semavi kitaplar gibi Kur’an’ın Kerim’in de indirildiği zamandan itibaren nazil olma maksadı merak edilmiş, murad-ı ilahinin ne olduğu sorgulanmıştır. Bu husustaki sorulara cevabın muhatabı, dolaylı da olsa, Kur’an’ın bizatihi kendisi olmuştur. Kur’an’ın indirilişindeki ilahi muradı merak edenler; onu Arap dili ve edebiyatı kurallarına dayanarak ve dikkatle anlayarak okuduklarında, merak ettikleri soruların cevaplarını yine Kur’an’da bulabileceklerdir. Çünkü Kur’an bir nur olarak; iç ve dışımızdaki görülen görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen âlemlerinin cümlesini teşbihi bir yolla aydınlatmaktadır. Kur’an bu vasfıyla ilk ‘kün’ emrinden itibaren, bütün âlemlere ve zamanlara, taşıdığı mesajlarla bir rahmet ve hidayet kaynağı olmuştur. Kur’an bu hidayetini inananları müjdeleme, inanmayanları ise uyarma usulüyle sunmaktadır. Kur’an bu müjdeleme ve uyarma ile ilgili hususların keyfiyet ve sebeplerini, ayet ayet birçok olgu ve kıssalarda, Kur’anî bir bağlamla, Arapça dilbilimsel kavram ve ifadelerle ortaya koymaktadır. Kur’an dikkatle okunup incelendiğinde, söz konusu dilbilimsel kavram ve ifadelerinin önemli bir kısmının “طاغوت /Tâgût” kavramı ve Tâgût’a yönelik açıklamalarıyla müşahhas oldukları görülmektedir. Kur’an’ın beyanı-na göre; bütün peygamberlerin Tâgût’a karşı gönderildikleri ve ona karşı mücadele verdiklerini görmek-teyiz. Ayetlerde dile getirilen Tâgût’un hayatî vasıf ve fonksiyonları topyekûn değerlendirildiğinde; sadece bir şahıs, nesne veya varlık olmadığı anlaşılmakla birlikte, onun Allah (c.c.)’ün mutlak varlığındaki mutlak yokluk, esmâ-i hüsnânın karşıtı bir zıtlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu araştırmada; muhkem ve özellikle uyarıcı ayetlerde geçen, tekfir ve içtinap edilmesi istenilen Tâgût kavramı üzerinde duruldu. Bu çalışmada Tâgût’un Kur’an’da tarif edilen vasfı, fonksiyonu ve anlamıyla, geçmiş literatür ve çağımızdaki akademik alan ve günlük hayatta ona atfedilen veya yüklenilen vasıf, fonksiyon ve anlamları karşılaştırılarak Kur’an eksenli tahlil edildi. Elde edilen verilere göre sözlükler, Tâgût kelimesinin kök anlamı hakkında bilgi vermede değerli olmakla birlikte, Kur’an’ın tanımladığı semantik anlamla örtüşmekte yeterli kalmamaktadır. Nitekim sözlüklerde Tâgût kelimesine verilen anlamlar, ilgili dönemlerde yaşanılan belirli örneklerin öte-sine geçememekte ve sahip olduğu asıl anlam dile getirilememektedir. Bu çalışmanın devamında Kur’an sözlükleri, tefsir külliyatı ve rivayetlerden hareketle Tâgût kavramı üzerinde araştırma yapanların vardıkları sonuçları ana başlıklar halinde analiz edilip yorumlandı. Bu kategorideki eserlerde görülen; Kur’an’da tanımlanan Tâgût’un kendisi değil, onun türevleridir. Bu araştırmamızın neticesinde, belli tarihi süreçler içerisinde yapılan çalışmalarda elde edilen sonuçlar tarafımızca doğru kabul edilmekle birlikte, Tâgût’un beşerî hayatta zuhur eden türevlerine atfen ona verilen anlamlarla, Kur’an’ın beyan ettiği anlamın bütünleşmediği, kifayetsiz kaldığı ortaya konuldu.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
24

DEMİR, Hamit. "Taṣawwuf in Jam‘ al-Jawāmi‘ Within The Context of Its Commentaries and Glosses: The End of al-Fiqh al-Zāhir; al-Fiqh al-Bāṭin". Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 15 листопада 2023. http://dx.doi.org/10.35415/sirnakifd.1349737.

Full text
Abstract:
Şafiî fakîhi Ebû Nasr Tâceddîn es-Sübkî’ye (öl. 771/1370) ait Cemʿu’l-cevâmiʿ fî uṣûli’l-fıḳh adlı fıkıh usulü eserinin sonunda Hâtime başlığı altında bazı tasavvufî meseleler kısaca ele alınmıştır. Bu başlıkta fıkhî yönlerine temas edilmeksizin marifetullah, nefsin tabiatı, amellerin hükmü ve hallere tesiri, havâtır, tevbe ve istiğfar, kesb ve tevekkül gibi konulara son derece muhtasar olmak suretiyle değinilmiştir. Ayrıca istidlal başlığında ilham, akide başlığında ise ihsan konuları ele alınmıştır. Müellif, bahsi geçen tasavvufî konuları ele alma sebebini kendisi açıklamasa da ele alınan kavramlar ve kitapta kaydedilen bazı ifadeler, fıkıh ve tasavvuf disiplinleri arasındaki ilişkinin merkez noktasına ve birbirlerini tamamlayan düalitik tarafına işaret edecek mahiyettedir. Muhtemelen Tâceddîn Sübkî’nin tasavvuf hakkında müspet görüşlere sahip olmasının ve eserinde bu konulara yer vermesinin arkasında, mensubu olduğu mezhebin kurucu ismi İmam Şafiî’nin (öl. 204/820) tasavvuf konusundaki müspet sözleri ve babasının Şâzeliyye tarikatı öncülerinden İbn Atâullâh el-İskenderî’ye (öl. 709/1309) intisabı vardır. Makalenin konusu, bir fıkıh usulü kitabında tasavvuf konulu hatimenin yer almasının arka planındaki düşünsel zemindir. Zira iki ilim arasındaki ilişki, daha çok sûfîlerin kendi mesleklerine meşruiyet atfetme ve kendilerini şeriat dairesinde gösterme gayeleri ile tasavvuf klasiklerinde ele alınmıştır. Dolayısıyla bir fıkıh usulü eserinde tasavvufî konuların işlenmesi, özgünlük ve önem arz etmektedir. Çalışma sadece adı geçen eser ve müellifle sınırlı olmayıp eserin şerhleri ve haşiyeleri de fıkıh ve tasavvuf ilişkisi bakımından ilgili pasaj bağlamında incelenecektir. Makale boyunca kullanılan fıkıh ve şeriat kavramları, dinin amele taalluk eden hukukî alanı kastedilerek kullanılmıştır. Bu çalışmanın amacı fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkinin bir fakih gözünden gösterilmesi, eserde ele alınan tasavvufî konuların ve Sübkî’nin ilgili konulara yaklaşımının mütalaa edilmesidir. İslam ilim tarihinde birbiri ardınca zuhur eden ve dinin pratik tarafı ile ilgilenen iki temel alan; fıkıh ve tasavvufun disiplinler arası bir çalışmaya konu edilmesi de amaçlanmıştır. Çalışmada belge analizi ve mukayeseli metin tahlili yöntemleri uygulanmıştır. Çalışmanın temel neticesi İslam ilim tarihi boyunca zaman zaman aralarında ihtilaflar olsa da fıkıh ve tasavvufun birbirinin alternatifi olmayıp iki cihan saadeti gayesinde ortaklaştığı, birbirini tamamladığı ve dini tecrübenin kâmil mana yaşanabilmesi adına birbirine ihtiyaç duyduğudur. Bu gaye ilim ve amelle gerçekleşecek olup konunun bilgi tarafı daha çok fıkıhla, amel ve amelin doğurduğu hal tarafı ise daha çok tasavvufla ilgilidir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
25

Aydemir, Hasan. "Erken Dönem Sûfî Dilinin Bağlarını Birleştirmek: Ebu Tâlib el-Mekkî’de Havâtır." Hitit İlahiyat Dergisi, November 7, 2024. https://doi.org/10.14395/hid.1507935.

Full text
Abstract:
Erken dönem sûfî dili, farklı çağların muhtelif havza ve tavırlarında oldukça dinamik bir ifade çeşitliliğine sahiptir. Bu dilin oluşmasındaki temel etken, bilgi-amel bütünlüğünü merkeze alan söylemlerin imanda ulaşılan kesinlik fikriyle birleşmesidir. Hakk’ın birliğine ve bu birliğin müşahedesine yönelik ortaya çıkan anlatımlar ise bu dilin kullanım zeminini tevhid ilkesine matuf söylemlerle daha da derinleştirir. VIII./II. ila X./IV. yüzyıllar arası gelişen söz konusu yorum gücü, bu dönemin tasavvuf metinlerinde belli oranda mevcuttur. Bunlardan birisi de Ebu Tâlib el-Mekkî’nin (ö. 386/996) Kūtü’l-kulûb adındaki ansiklopedik bir niteliğe sahip meşhur eseridir. Kūtü’l-kulûb sadece sûfî dindarlığın pratik taraflarını ayrıntılı olarak ele alması, insanı merkeze alıp hâller ve makamlara ilişkin sistemli bir anlatım sunması ve sûfî dilinin kavramsal düzlemdeki görünür ifade biçimlerine dair eşsiz bir birikim barındırması açısından değil, aynı zamanda dönemler, bölgeler, nesiller arası gelişen vahdet merkezli dilini bilgi-amel-iman ilişkisi çerçevesinde kendine has bir yaklaşımla açıklaması bakımından da yorum gücü tükenmeyen müstesna bir eserdir. Ancak metnin diğer sûfî metinlerinin içerik işleme tutumuna benzemeyip alışılmıştan farklı bir forma sahip olması, hadis literatürüne benzer bir şekilde rivayet ağırlıklı olması ve sembolik dilinin oldukça güçlü olması gibi muhtemel gerekçeler Mekkî ve eseri hakkındaki çalışmaları kısırlaştırmıştır. Bundan dolayı, Kūtü’l-kulûb gibi kendinden önceki birikimin mirasçısı her metnin filolojik yönünün diğer sûfî metinleriyle mukayese edilerek ortaya konması, erken dönem tasavvufunun yorum gücünü daha belirgin bir hâle getirecektir. Bu amaç doğrultusunda filolojik bir yaklaşımla hareket eden bu makale, öncelikle Mekkî’nin tevhid ilkesini eserinin merkez teması yapan dilindeki havâtır kavramının rolünü analiz eder, sonrasında ondan önceki sûfîlerin metinleriyle onun eserini mukayese ederek çözümlemeye çalışır. Makale, ilk olarak, müellifin geriye dönük bir tarih inşasının olduğu ve havâtır kavramının kendisine tevarüsünü bu inşadan hareketle resmettiği sonucuna ulaşır. Buna göre havâtır kavramı, gelişim süreci bakımından birbirini takip eden dönemler, farklı bölgeler ve muhtelif meşreplerdeki sûfîlerin dilinin yansımalarını bir araya getirerek Mekkî’ye miras kalır. Ayrıca bu makale Mekkî’nin, tecelli düşüncesi dolayısıyla diğer disiplinler gibi kategorik bir mahiyet tartışması yapmadığını, bu doğrultuda müellifin kavramı tümel bir kimlikle inşa ettiğini tespit eder. Nitekim Kūtü’l-kulûb’da havâtır, kalbe ansızın gelip kişiyi harekete geçiren; kaynağına, mahiyetine, niteliğine, bilgi değerine göre çeşitlenip sınırsız bir veri alanına dönüşen ve hâller ile makamların oluşumunda etkin bir rol oynayan farklı türlerdeki ilkâların hepsini kendinde toplayan bir kavramdır. Havâtır kavramının merkezî bu rolü ona sûfî tevhid dilinin çeşitlenen bağlamlarını birleştiren bir nitelik kazandırmıştır. Son olarak Kūtü’l-kulûb’da insan temasından hareketle Hakk’ın insanla, insanın da Hak ile olan ilişkileri neticesinde ortaya çıkan sûfî dilinin, havâtır söz konusu olduğunda temayüz eden kavramsal ifade karşılıklarını göstermesi bu makalenin diğer bir sonucudur. Telkin ettiği hâtırlar sebebiyle nefis, kişinin Hakk’a ulaşmasına engel olan bir perdeyken ruh ise kişinin Hakk’a varmasına yardım eden bir destekçi olarak konumlanır. Teklifin illeti ve temyizin mahalli olan akıl ise işlevini, kalbe gelen ilkânın bilgiye dönüştürülmesinden önce yerine getirir. Hem bütün hâtırların geldiği bir mevzi hem de Hakk ile kul arasındaki özel muamelenin gerçekleştiği bir mecra olması açısından kalp, Kūtü’l-kulûb’un sözünü ettiğimiz dilinin inşa edildiği bir temeldir. Mekkî’nin hakikate erişmek olarak mana verdiği tevhid hedefi de ancak yakîn hâtırlarından zuhur eden bilgi/iman kesinliğinin, velayetin tecelli edildiği bir kalpte yer edinmesiyle gerçekleşir.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
26

Beki, Melahat. "Sadreddin Konevî’ye Göre “Allah” İsmi ve Sırları." Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, June 24, 2024. https://doi.org/10.58568/firatilahiyat.1420634.

Full text
Abstract:
Sadreddin Konevi, vahdet-i vücud düşüncesinin en önemli temsilcilerinden biridir. Konevi, sadece şeyhi İbnü’l Arabi’nin eserlerini şerhetmekle yetinmemiş, bir çok eser vermiş, kendi orijinal yorumlarıyla birçok tasavvufi meseleye farklı bakış açıları da getirmiştir. Onun Allah ismi ve işaret ettiği manevi sırlara dair yaptığı bâtıni yorumlar özellikle dikkat çekicidir. Vahdet-i vücud düşüncesinde ortaya konan ontoloji de ulûhiyet mertebesinin tecellileri ve bu mertebenin Allah ismi ile olan irtibatını derin bir şekilde izah eden Konevi, vahdet mertebesinde hakim olan bu ismin, ahadiyyet yani hiçbir tecellinin olmadığı teklik mertebesinden sonra bütün ilahi isimleri kapsayan Allah isminin tecelli ettiği bir varlık mertebesi olduğunu izah etmiştir. Allah ismi, zıt veya değil bütün isimlerin en yetkin, kuşatıcı anlamlarını içeren isimdir. Allah’tan başka hiçbir isim bu zıtları barındıran kuşatıcılığa sahip değildir. Allah, Hakk’ın zâtına verilmiş özel isimdir. Allah zâta tam delalet eder. Allah ismi zât ve varlığın aynıdır, fakat bu uluhiyet mertebesi açısından böyledir. Özü gereği yüce yaratıcı, kendisiyle bütün varlık durumlarını ve yokluğa mensup nispetleri kuşattığı yetkinliğin adıdır. Böyle bir yetkinlik özel anlamda Allah denilen Zât’ındır. En büyük ve kuşatıcı isim Allah ismidir. Allah bütün ilahi isimlerin hakikatlerinin toplamıdır. Allah ismi, zıt ve uyumlu bütün isimlerin anlamlarını kendinden toplar. Allah hariç, tanımında zıtları barındıran başka varlık yoktur. Celal ve cemal nisbetli tüm ilahi isimler kendi mazhar ve tecelligâhlarının rableriyken Allah bütün varlıkların rabbidir. Varlıkların tek gerçek varlıkla ilişkisi, Allah’ın isimleri itibariyle taayyün edişleri yönünden olabilir. Yani her varlık belirli bir ilahi isimle irtibatlıdır ve söz konusu isim gerçekte o varlığın rabbidir. Allah ismi ise, bütün isimleri içermesi nedeniyle var olan herşeyin rabbidir.Rablik Allah adına sabittir ve başkalaşmaz. Ona göre, Allah ‘Hüve’, ‘O’; tecellisinin mazharıdır. Kendisinde Allah ismi tecelli ettiği için Hz. Muhammed ise, mutlak ‘cem’iyyet’ ve kendisiyle zât-ı ahâdiyyetin taayyün ettiği birinci taayyün mertebesinin sahibidir. Çünkü bu mertebenin üzerinde, kendiliğinde bütün taayyünlerden, sıfatlardan, isimlerden ve resimlerden münezzeh olan Zât bulunmaktadır. Hakikat-ı Muhammediyye âlemin yaratılışının kaynağıdır çünkü o Allah’ın herşeyi kendisinden yarattığı ‘Nur’dur. Aynı zamanda Hakk’ın mutlak ahadiyyetinde kendisi için onda tecelli ettiği ‘İlahi akıl’dır.Bu tecelli, varlık suretlerindeki ilahi tenezzülün ilk merhalesi olarak görülebilir. Hz. Muhammed rabbine en iyi delalet eden delil olmuştur. Çünkü ona Adem’in isimlerinin müsemmaları olan kapsayıcı kelimeler verilmiştir. Yani, Hz. Muhammed’in ruhu kâmil olduğundan, rabbine en iyi delalet eden delil olmuştur. Zira, zâtın bütün kemalleri ancak Hz. Muhammed’in varlığında ortaya çıkar, çünkü ona kapsayıcı kelimeler verilmiştir. Kapsayıcı kelimeler ise, ilahi ve kevni hakikatlerin analarıdır ve kendisinin cüzilerini kapsar. Adem’in isimlerinin müsemmaları ile kastedilen de bu analardır. Dolayısıyla Hz. Muhammed en yüce ilahi isim olan Allah ismine en iyi delalet edendir. Konevi de tıpkı şeyhi İbnü’l Arabi gibi, Allah isminin mazharı olan hakikat-i muhamediyyeyi de bu açıdan, nefsinde bütün varlıkların hakikatlerini toplayan ‘gerçek Adem’ ve ‘insâni hakikat’ olarak isimlendirmiştir. İnsan-ı kâmilin Allah isminin yani ulûhiyet mertebesinin tecellisine ulaşabilmesi için yapması gereken süluk ve miracın duraklarını da ayrıntılı bir şekilde açıklayan Konevi, bu ismin batınî sırlarını yorumlamıştır. O, Allah isminin ilahi isimler arasında neden en kuşatıcı ve kapsayıcı en önemli isim olduğunu da vurgulamış aynı zamanda bu ismi meydana getiren beş harfin sembolik anlamlarını da açıklamıştır. “Elif” harfini, hem mahreçlerde söylenişi itibariyle gaybdan zuhura olan tecellinin bir yansıması, hem rahmâni nefesin bir sembolü olması hem de yazılışı itibariyle doğrusal, genleşen ve döngüsel üç hareketi açısından inceleyen Konevi, bu hareketlerin sembolik anlamlarını da etraflıca izah etmiştir. Tıpkı elif harfi gibi, iki “lâm” ve “he” harflerinin de batıni olarak varlık mertebelerinde neye delalet ettikleri üzerinde duran Konevi, Allah ismini meydana getiren harflerin sembolik bir yorumunu sunmuştur. Biz bu çalışmamızda, Konevi’nin Allah ismine dair ontolojik açıklamalarını, vahdet-i vücud terminolojisinde hangi varlık mertebesine nasıl işaret ettiğini ve bu ismi oluşturan harflerin sembolik anlamlarına dair yorumlarını şerh etmeye çalıştık.
APA, Harvard, Vancouver, ISO, and other styles
We offer discounts on all premium plans for authors whose works are included in thematic literature selections. Contact us to get a unique promo code!

To the bibliography